BARIŞ VE DEMOKRATIK TOPLUM MANİFESTOSU

BARIŞ VE DEMOKRATIK
TOPLUM MANİFESTOSU
İÇİNDEKİLER:
1. Doğa ve Anlam
1.BÖLÜM: Doğa ve Anlam
2. BÖLÜM: Toplumsal Doğa ve Sorunsallık
3. BÖLÜM: Tarihsel Toplumda Devlet ve Komün
4. BÖLÜM: Modernite ve Mahşerin Üç Atlısı
5. BÖLÜM: Kürt Gerçeği, Kürt Sorunu ve İnkârı
6. BÖLÜM: PKK ve Fesih — Aileden Ulusa
7. BÖLÜM: GELECEK İÇİN TEMEL PERSPEKTİFLER
8.BÖLÜM: SONUCUN SONUCU-SÖZÜN ÖZÜ
9.BÖLÜM: SONUÇ BİLDİRGESİ
GİRİŞ
Oturumumuz bir ön konferans titeliğindedir Çalışmamızın başlığını şöyle düşünüyorum:
Kürt Varlığı ve Sorunsallığında bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin eşiğinde olmak.
Bu yeni dönem ve yapılanmayı bu doğrultuda ve ayrintili olarak yedi ara başlık halinde sunmayı deniyorum.Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışmaman alacaktır. Arkadaşlar geciktirmemek adına kongre sürecini bu taslağa göre ele alabilirler.
Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusu ile başlamak istiyorum. Hani o Kürtler var mı yok mu veya ne kadar var olabilirler ve daha da önemlisi bu varoluş ve özgürlük sorunu birbirlerini ne kadar iç içe olarak olanaklı kılarlar yaklaşımları vardi. PKK.Kürt varlığını kanıtladı ve özgürlüğün kapısını araladı. Fakat özgürlük tam olarak sağlanamadı. İçinde bulunduğumuz bu dönem, burada bir tıkanmanın olduğunu bize ifade etmektedir. Şimdi buradan hareketle ve örnek olarak kürtlükte en son etkili iki kalkışmanın sembol önderleri, Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini yorumlayalım. Şeyh Sait, idam sehpasında ,”Ne oldu savcı bey,hani vaat etmiştin ne oldu, hani beraber kuzulu muzulu bir ziyafet çekecektik” diyor. Bu sözler hazın bir yanılgının da ifadesidir. Çünkü kendisi aynı zamanda dindar bir Nakşi şeyhidir. Ve bu durum sığındığı ideolojinin ne kadar yanılgılı olduğunu da gösteriyor. Ve bu sözler anlam olarak geleneksel Kürt varlığının dam sehpasında bitşinin de ifadesidir aynı zamanda. Yani bu sözler aynı zamandai bir bitişi miras bırakan sözlerdir. Seyit Rıza’nın son sözleri ise: “Ben sizinle ve sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana ders olsun, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim ya bu da size dert olsun” dur Bu söz çok anlamlı ve değerli olmasın yanı sıra, hem kandırılmayı, hem de son anda idamdan kurtulma karşılığında dayatılan teslimiyeti ifade ediyor. Seid Rıza, teslim olmam bu da size dert olsun diyerek gerçekten de Dersimi dert kaynağı olarak bırakıyor. Sonuçta hem Nakşi Sünni geleneği, hem de bu Alevilik geleneği, her ikisi de uydurmadır. Kapitalist Modernite ulus devletçiliği geliştirilirken, Kürt inkarcılığı temelinde bu iki kavramla atılıyor. Bu iki iki aldatmacayla birlikte geleneksel Kürt varlığı da yok ediliyor. Şimdi bunun izleri hala çok çarpıcı olarak Bingöl ve Dersim somutunda yaşananılıyor. Bu önderlerin İdam sehpasında İfade ettikleri bu ölü gerçekliktir. Bununla bağlantılı bir ara dönemde Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Qasımlo ve Celal Talabani şahsında yaşanan dönemdir. Bildiğimiz geleneksel feodal geçiş dönemi. Yani bize kadar gelen, içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler barındıran ve günümüze kadar süren burjuva dönem. Kapitalistleşme ve burjuvalaşma dönemi. Böyle bir kapitalizm,milliyetçi temelli bir bilinç dönemi. Temsilcilerinden Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği varken, Barzani’nin ise Talabani ortaklığında devlet olma deneyimi yaşanmaktadır. Ancak bunca cabalamalara rağmen ortada hala bir ulus devlet yoktur .Olacağı ve olsada ne kadar yerel bir olgu olacağı çok şüpheli. Ve daha da önemlisi, bu başurdaki son Federe Kürt Devleti bize karşı geliştirilmiş bir oluşumdur. Bizzat Türk Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz desteği temelinde geliştirilmiştir. Bu varyant oluşum, 1992’den itibaren Devrimci Hareketi tasfiye etme amacının bir aracı haline getirildi. Biz bunlara çok çarpıcı bir gerçeklik olarak Kürt miliyetçiliği, Kürt sermayesi ve ilkel komprador burjuvazi diyoruz. Bunlar Erbil, Diyarbakır, hatta Mahabat merkezli olarak gelişmiş de olabilirler. Ama bana göre bunlar, hem ideolojik icerik, hemde pratiklesme olarak dayatılan, gecici ve yapay karşı devrim ögeleri ve aygıtsal oluşumlardır. Şimdi bizimle ilgili olana, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran döneme gelince, bir Apo gerçekliği ve hakikatı var. Bu ne inkâr edilebilir ne de abartılabilir. Şimdi bu Apo hakikatinin nasıl yorumlancagini ve neyi ifade ettigini anlamıyorsunuz. Apo gökten inen bir Mesih değildir. Kadrolar donanımsız, halk dağılmış ve felç edilmiş,anlama gücü yok Aslinda bu Apo mesihçiliği de bununla bağlantılıdır. PKK’de önderlik gerçekleşmesi, Kürdistan’da sosyalist önderliğin inşası ve Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kendisini emekle var eden ve toplumsal gerçekleşmeyle yaratan bir Önderliktir. Dolayisiyla APO’ da önderlik inşaası bir kişi kültün inşaası değil, kollektif bir önderlik inşaasıdır. Apo şahsında bu önderliksel çıkış, geleneksel önderliklerin iflas ettiği ve Kürdün düşünceden düşürüldüğü bir dönemde gerçekleşmiştir. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmesi de bir yere kadar anlaşılırdır. Fakat artık yeter diyorum. Elli yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Şu an Apo gerçeği hem bir süre-durum,hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş gidiyor. Sizi önderlik gerçeğinin parçası haline getirmek için, elli yıldır amansız emek ve mücadele içindeyim. BU gerçeğini doğru anlamadığınız için bırakın topluma öncülük etmeyi; kendiniz yürüyemiyorsunuz ve kendinizi taşıyamıyorsunuz Kendinizi çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Geldik simdi PKK’deki bu açmazlığa bir çözüm bulmaya. Dolayisiyla bu fesih meselesine. Burada yaratım değeri fazla yoktu, Bir anın tekrarı vardi. Bir sıçrama yapmak ve bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır bu surec, bize karşı Türklük ve devlet adına en fazla düşmanlık eden ve bize karşı yürütülen bu savaşın önderliğini yapan Devlet Bahçeli’nin çağrısı ile başlayan bir donemin içinde gerçekleştiriyoruz..Ben devlet adına yapılmış bu cariyi, demokratik çözümlü bir barış çağrısı olarak değerlendirmek istedim. Burdan çıkarılacak esas ve tek sonuç ise, ancak savaşanların barışabilir olduğudur. Bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar, barışın sorumluluğunu da üstlenebilir. Barış en az savaş kadar ciddi bir olaydır. Böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da, aradaki ikinciller üçüncüller değil, savaşın bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Gerçekçi olan budur. Evet biz de bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olduk ve yanıt verdik. Ben de bu savaşımın bir numaralı sorumlusu olarak ve butun sorumluluğu üstlenerek yanıt verdim. Bununifadesi ise ancak savaşanların barışı gerçekleştirir olmasıdır. Diğer muhatapların bu konuda gücü olamaz. .Bu ise bana göre de sağlıklı bir yöntemdir. Biz bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırarak, nasıl bir demokratik toplum olacağımızın çabası içindeyiz.
Şimdi bu eşigi atlayarak yapmak istediğimiz şey, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecini, demokratik bütünleşme ve barış sürecine dönüştürmekir. Sadece Türkiye ile değil, Irak, İran, Suriye devletlerleri ile de bunu grercklestirmek istiyoruz. Dolayısıyla bu atılan adım her ne kadar belli zorlanmalara uğrayacak olsada, oldukça ciddiye alınabilecek, doğru adımlardır. Bu eşinin atlatılabilmesini tamamen yaratıcı çabalar mümkün kılabilecektir.
1 .BÖLÜM: DOĞA VE ANLAM
Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği: Belki çok az akla gelebilecek ama ben bununla başlamak istedim. Bununla ne ifade edilmek isteniliyor biraz açmaya çalışayım. Anlam,her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder: Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? Insan doğayı dinleyerek öğrenir ve anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. Mimetik öğrenme veya düşünme tarzı, tamamen hayvanların sezgileri düzeyinde taklit ve alışkanlıklarla ifadelendirilir. Yani hayallerle ve masallarla ifade edilen ve insanlığın Mitlk düşünce dönemi öncesidir bu .İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür. Ve toplumsal tarih boyunca bu öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik düşünce dolayısı ile zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır. Ki bu da insanın doğaya yabancılaşması sonucunu doğurmuştur. Yabancılaşma, kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hâkim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hâkim düşüncesi, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Her gerçeklik ve her gerçekliğin bir ifadesi var. O ifade de, bir düşünceyi ya da hayali ifade eder.Mesela mitik düşüncenin hâkim olduğu döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. Ve bu dönem, İnsanlığın yaşadığı en uzun dönemdir. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hattta mimetik yanı ağır basan, yani hayvanların o taklitçi sezgileriyle iç içedir. Hem mimetik hemde mitik düşünce dönemleri milyonlarca yıl yaşandı.Mimetik dönemin ardı sıra mitik dönem düşüncesi gelişti. O da büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, ve mezolotik dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı da klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi ile yeni bir kültürün, yeni bir yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mitik düşünce, Mimetik düşünceyi,yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir.Tamamen hayallerle ifade ediliyor. Bu dönem İnsanında bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışmvar.Simgesel düşünce sadece insana özgü bir düşünce. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, sezgilere dayalı taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır. Sonrasında da tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var olacak.Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce,dini anlamlandırma aşaması sözkonusu.İkiside insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Mitik hemde dinsel düşüncenin beşiği Dicle Fırat vadileridir.Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örtüleridir.Yaşamın maddi manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu ise Kılan toplumsallaşmasının zihin gücü hakikat oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor.
2 .BÖLÜM: TOPLUMSAL DOĞA VE SORUNSALLIK
Birinci doğa da dediğimiz doğanın izah edilmesi, diyalektik düşünce sayesinde olmuştur.Buradan hemen,ikinci doğada dediğimiz toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa geçiyorum Evet, toplum da bir doğadır.Ama buna ikinci doğa diyorlar. doğrudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılıklaşma var. En temel özelliği, düşünce esnekliğidir. Tartışmak istediğim doğadaki düşünsellik değildir.Toplumsal doğa düşünce ile örülen,bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil,düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir. İşte Atina, felsefi toplum ile gelişti. İşte Batı, bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zirvesi,Sümer toplumunu bu kadar ilkli kılan,devletli toplumun beşiği olmasıdır. Ve Yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit verimli toprağın yarattığı mitsel bir düşüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çarpıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar Kuran’ı üretmiştir.Kuran’daki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzey Avrupa o zaman vahşet dönemi. Atina’nın yaptığı,hem Medya’daki Zerdüşt felsefesini hem de Mısır’daki dini düşünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Medya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştürmüşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında.Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık. İşte ilk çağ toplumu dediğimiz Marksizm’deki toplumun barbarlık aşaması veya ilkel dönem denilen dönem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor. Bundan önce bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Üç tek tanrılı dinde de Âdem babadan Havva anadan nasıl yaratıldığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar.Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina düşüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayısıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hegemonik düşünce hem de bizzat maddeleşmiştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o ? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum bir araya gelen insanların ürettiği ve bunun etrafında ortaklaşıp kendilerini kollektivite üzerinden gerçekleştirdikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru bu anlamdır. Toplumun kendinden başka öznesi yoktur. Toplum oluşumunun, öznesi de nesnesi de yine toplumun kendisidir. Ve bu oluş ucu açık bir karakter arz eder. Başka bir ifadeyle toplum kurulan, yıkılan ve yeniden kurulan bir fiil halidir. Nihayetinde bu toplumsal doğayı insan oluşturuyor. Toplumsal doğa, insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir. Hayvanlar da topluluk halinde yaşar. O ayrı. Mimetik bir zihniyetolduğunu söyledik. İçgüdülerle, taklitle oluşan bir şey. Evet, insanda hayvandan kalma da içgüdü ve taklitçi eğilim var. Beynin en alt tabakası hayvandan kalmadır. Küçük beyin dediğimiz içgüdüden sorumludur. Mitik düşünce, mimetik düşünceyi aşıyor. Onun beyinde temsili,orta beyin dediğimiz kısımdır. Onun sorumluluğunda insan, insan oluyor. Mitik düşüncenin geliştiği insan, aslında orta beyinle yaratılan insandır. Tabii bunlar hep iç içedir. Öyle bıçakla keser gibi basamak basamak yükselmez. Hepsi iç içe, müthiş bir evren var.
Peki, insan türünde kim ondan sorumlu olur? İşte burada kadın devreye giriyor. Dkkat çeken diğer bir şey de, erkekliğin dişiliğin nasıl meydana geldiğidir. Bu da tabii biraz kafa karıştırıyor. Bilebildiğim kadarıyla önceki varlıklar tek hücreliydiler. Mitoz bölünme. Her hücre sadece bölünüyor, bir den iki çıkıyor. Böyle bir çoğalma biçimi biliyoruz. Henüz ortada erkek dişi diye bir bölünme yok. Ve bu milyonlarca yıl devam ediyor. En son tespit edebilindiği kadarıyla canlının dişil ve eril olarak ikiye bölünmesi 300 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bunları daha iyi inceleyebilirsiniz. En azından böyle kabaca izah ediyorum. Zaten burada bilimsel ifadeye gerek yok, felsefi olarak konuşuyoruz. Böyle bir dişil-eril bölünme neden oldu? Doğanın diyalektiği dedik ya, diyalektik bundan sorumlu. Her şey ikilemlidir. Enerjiden, madde nasıl doğdu, parçacıklar nasıl farklılaştı? Evet, atomda da parçacıklar var, parçacıklar olmasa atom zaten olmaz. Madde enerjiye nasıl dönüşür? Madde yani o görünen şeyler, yıldızlar maddeleşmiş enerjidir. Einstein’in E = mc2 formülü, enerjinin maddeye dönüşümü formülüdür. Formülün önemi, burada konunun anlaşılmasını mümkün kılmasından geliyor. Dişil-eril olayı da bunun bir uzantısıdır. Evrendeki gelişmeye aykırı bir şey değil. Onun bir uzantısı olarak, artık yavaş yavaş tek varlıkta ikilem yerine ayrı varlıklarda bir birleşme. Eril varlık türüyor, dişil varlık türüyor ve biri ikiye bölüyor ve ikiden tekrar bir birlik. Ve giderek derinleşmiş bir eril ile derinleşmiş bir dişil varlık gelişiyor. Bu, aşağı yukarı 300 milyon yıl öncedir. Bu gelişmeler Hem bitkilerde böyle hem de hayvanlar âleminde böyle oluyor.Bazı hayvanlar ise ısıyla bağlantılı olarak hem dişi oluyor hem de erkek oluyorlar Dolayısıyla bu katı bir şey değildir ve dönüşebilir, diyalektik bir gerçekliktir. LBGT biliyorsunuz büyük bir tartışma konusu hem eril hem dişil özelliklere (hermafrodit) sahip böyle çok sayıda kişi var. Hatta ameliyatla kendini ya erkek yapıyor ya dişi. Böyle ameliyatlar yaygın olarak gerçekleşiyor. Bunda dikkat çeken nokta dişil ve eril arası aşılmaz bir uçurumun olmamasıdır. Tabii ki bunun felsefi sosyolojik yanı çok farklı. Bunun ahlaki boyutu var, topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir. Burada kadının rolüne girmek istiyorum. Eril-dişil ayırımı mucizevi bir şey değil, doğanın diyalektiği gereği bir şey ve hiç bir üstünlük arz etmiyor. Dişil olmak bir üstünlük değil veya eril olmak kutsallık değil. Bunlar özel bir sonuç çıkarılacak bir oluşum bir olay değil. Doğanın diyalektiği gereği bunlar olacak, oluyor. Nitekim biz buna farklılaşma dedik; farklılaşma olmazsa yaşam olmaz. Yaşamın anlamı farklılaşmayla bağlantılı. İşte tek bir kişi hem nasıl dişil hem eril olacak. Yaşayamadıkları günümüzde belli. Hermafrodit insan, hem eril hem dişil nasıl oluyor?Geleneksel ahlak bu kişileri mâhkum ediyor. Ama bana göre bu bir sorundur. Operasyonlarla erkeklik yönü öne çıkabilir, kadınlık tercihi öne çıkabilir.Doğa seni ikiye ayırsa bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkânı, bir farklılık olarak göreceksin, o farklılığın doğada bir anlamı var. Dişilin de anlamı var, erilin de. Toplumda da bu vücut bulmuştur. Mühim olan bunları karşıt hale getirmemektir. Karşıt hale getirme işte sorunun başlangıcı oluyor. Şimdi toplumsal sorunsallık böyle başlıyor. Biri der eril diğeri der dişil.Böyle şeyler, toplumsal doğada sorunsallık konularıdır. Dişil üstünlük arada gelişecek. Onu biraz anlatalım. Diğeri de karşı tez olarak yükseldi, “üstün olan erildir” dedi. Ve sonuçta korkunç felsefeler oluştu ve büyük bir sorun oldu.Toplumsal sorunsallık uygarlık sonrasında devletle başlıyor deniyorÖyle görünüyor ki devletle değil; çok daha öncesinde, 30 bin yıl önce gelişmiş. Olağanüstü bir yapılanma Kadında da erkeklte de sanki dağlar kadar farkı olan bir tip kişilik gelişti. Dikkat edilirse erkeklik kromozonları ile kadınlık kromozonları arasında küçücük bir fark var. Sonuçta düşünce dediğimiz şey insana özgüdür ve düşüncenin erkeği kadını yok. Düşünce bu ikilemleri tamamen aşan bir özelliktir. Hatta erkeğe özgü siyasi alan, kadına özgü siyasi alan demek saçmadır.Tamamen insana özgüdür siyaset alanı. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz.Ekonomide, sanatta, hatta dinde, “kadının dini”,erkeğin dini” gibi ayrımlar yapıldı.Ama buna temel bir gerçekliktir diyemeyiz. Erkeğe özgü düşünce kadına özgü düşünce”, bunlar kesinlikle sorunsallığı ifade eder. Hatta sorun bile değildir, sorunsallıkta çakılıp kalmadır. Hatta diyalektik düşüncenin inkârıdır. Feminizm kadına özgü düşüncedir.Bunun karşıtı erkekliktir. Erkeklikte de sadece erkekliğe dair düşünce, .İki tutucu alandır, katılaştırıyorlar aslında. Böyle bir katılık doğada yoktur.Doğadaki diyalektik topluma yansır.Toplumdaki diyalektik de yaşamı mümkün kılar. Farklı yaşamı mümkün kılar. Yaşam farklılıktır. Fark, yaşamı ifade eder. Yaşam da farklılaşarak zenginleşir. Donmuş karşıt bir ikilem, uçurum demektir.Bu uçurumda vuruşurlar vardır.Aile içi cinayetlerinin altında da bu gerçeklik var. O cinayete yeltenenin bakış açısında kadın donmuştur. Kadın mutlak kadın, erkek mutlak erkektir.Ama diyalektik bir düşünce akışı olmadığında birisi diğerine mutlaka ihanet eder. O onu vurur, diğeri onu vurur. Buradan kaynaklanıyor sorunun temeli. Bu da dediğim gibi müthiş bir sorunsallık anlamına geliyor. Bunu aşmak gerekiyor. Bu ana başlık altında sorunsallığı doğru koyduğuma inanıyorum.Biz devlet bağlamında kent-köy ayrımı dedik.Sınıf ayrımına dayandırmak istedik.Bu yetmiyor. Böyle sınıftan kaynaklanan sorunsallık var. Devlet komün sorunsallığı var.Esas sorunsallık, toplumda eril-dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Eril-dişil düşünce tutuculaşınca, gözü görmez hale geldikçe, kendini temel gerçeklik olarak gördü.Önce bunu kadında görüyoruz.Kadın tanrıça çağında bunun yaşandığını arkeolojik araştırmalar gösteriyor zaten.Son 30 bin yıldaki o tanrıça figürleri, böyle bir çağın nasıl, ne kadar yaşandığını gösterir. Bütün Avrasya’dan Batı Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar böyle bir dönemin yaşandığı tespit edilmiştir. Peki, tanrıçalık ne anlama geliyor? Kadın doğuran bir varlık, doğum kadında gerçekleşir. İnsan türü olarak kadındaki doğum değişiktir ve yi anlamak gerekir. Bütün incelemeler şunu gösteriyor; bitkilerin çoğalması, ilk hücrenin bölünmesi kolay gerçekleşir. Hayvanlardaki doğum biliyorsunuz yavru doğar yirmidört saat içinde ayağa kalkar. Bütün hayvanlarda bu böyledir. Bazıları uzun bazıları kısa sürelidir, ama kolay bir doğum kolay bir büyüme. Fakat insan türüne geldiğimizde enteresan bir durum doğuyor. Zor doğum yapıyor ve o da yetmiyor beş-altı yıl ana desteği olmadan yalnız yaşayamıyor. Yani hayvanda yirmidört saat, insanda yedi yıla kadar çıkıyor. Bu Ananın etrafında bir toplumsallık gerektiriyor. Çünkü erkeğin ne olduğu belli değil. Yavrunun erkekle ilişkisi diye bir olgu yok ortada.İnsanda da, hayvanda da cinsel güdü var.Cinsellik güdüsü, tıpkı açlık güdüsü gibi temel güdülerdendir. Güdüler bilinçtir ve canlılık işaretidir. Açlık hissi olmazsa doyum olmaz, dolayısıyla yaşam olmaz; cinsel güdü olmazsa üreme olmaz, üreme olmayınca yaşam olmaz. Baba kim? Aslında önce baba yok. Hatta cinsellik kiminle kurulmuş, nasıl kurulmuş konusunda bilinç yok,adece bir güdü var.Kültür insan türünde ortaya çıkan bir bilinçtir. Bu, önce kadında başlıyor. Çünkü çocuğu doğuran kadındır. Daha sonra tek tanrılı dinlerde de Havva Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. denilir. Sümer mitolojisinde de bu bölüm uzunca anlatılır. Yahudiler de bunu Tevrat’a koymuştur. Tevrat’tan da Kuran’a geçmiştir. Doğuran ana kadın çocuğu büyütmek zorunda. Beslemek zorunda, beslemek için de toplayıcılık yapmak zorunda. Bu muazzam emek ve çaba gerektiriyor. Yaklaşık iki milyonluk tarihten bahsediyoruz. Afrika Rif Vadisi’nde başlamış, daha sonra Ortadoğu’da yoğunlaşmış.Gerçek kültürleşme ise Toros-Zagros vadilerinde gerçekleşir. İnsan burada insan oluyor, kadın burada kadın oluyor. Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendinden doğduğunu biliyor.Muhtemeldirki kadın birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlar.Ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak, bir-iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanıyordur. Bir kültür başlıyor bununla,7 kişilik,10 kişilik, 15 kişilik veya 20 kişilik.Bunlar bir arada bir klanı oluşturur. Klan tarihin ilk toplumsal örgütlenme formudur.Klan, ana etrafında oluşan bir kültürdür.İşte bu da gırtlak yapısı da elverişli hale gelince, yaklaşık 30.000 yıl önce ses dili denilen olay böyle oluşur. İşaret dilinden ses diline geçiş gerçekleşiyor.Hem mitik düşünce, hemde simgesel dil sonuçta Verimli Hilal dediğimiz bu coğrafyada ortaya çıkıyor. Muazzam bir kültür patlama halinde bir uygarlığa dönüşüyor. Köy-kent, onunla birlikte devlet-sınıf gelişiyor.Burada mühim olan, toplumsal doğanın kadın etrafında gelişiyor olmasıdır. Kadın etrafında oluşan toplumsal doğa, Sümer toplumuna kadar, hatta M.Ö.2.000 yıl öncesine kadar egemen bir kültürdür. Egemen bir kültür olarak Ana Tanrıça kavramı ortaya çıkıyor. Bu hala var olan tapınak kalıntılarına ve heykelciklere yansımıştır. Gılgamış, Babil Enuma Eliş gibi mitolojik destanlarda çok açık anlatımları vardır. Dolayısıyla vardığımız sonuç, kadın merkezli bir toplumsallığın var olmasıdır. Ve burda bir de dişil ve eril öğelerin karşılıklı olarak tutuculaşmasına dayalı sorunsallık da var. Bunun da temeli burada çok güçlü atılmış. Arkeolojik kanıtlar hayvan ve bitki evcilleşmesinin burada başlamış olduğunu gösteriyor. Marks’ın zamanında bunlar yoktu.Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı. Bu nedenle onu, Maks’ı suçlayamayız. Marks sınıflarla başlatır tarihi. Oysa gerçekte, sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir.Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. kentin doğuşuyla sonuçlanır ve burada da kadının damgası vardır. Uruk ilk kenttir, ilk devlettir ve ilk sınıftır aslında.Gılgamış destanı bunun bütün ipuçlarını veriyor.Bu büyük bir savaş olduğu için insanlığın ilk yazılı destanına girmiştir. Ve bu ilkin için de de yüzlerce ilk var. İşte sınıf yaratımı, devlet yaratımı, erk yaratımı.Bunlar müthiş başlangıçlardır. Burada Uruk kentinin kurucu tanrıçası da İnanna’dır. Ninkursag Ninna kelimesi de herhalde oradan geliyor. Dolayısıyla bu kadın merkezli tanrıçalık, o yükselişi ifade ediyor. O dini, tanrıça dinini ifade ediyor. Kutsallığı o derece gelişmiş ki Gılgamış gibi biri tiril tiril titriyor. Bereket törenlerinde açık bir cinsel töreni var Bu kutsal evlilikleri törenlerinde birleşme gerçekleştiren güçlü erkek ertesi gün öldürülüyor. Birçok kültürde böyle bir durum var. En son Aztekler’de de yakalanan delikanlıların hepsi kurban ediliyor. 1500’Iere kadar bu kültür birçok tarafta uygulanıyor. Bir bakire ile bir ay veya bir yıl gibi kısa bir sürenin ardından öldürülüyor ve ciğeri de yeniliyor. Aztekler’de de bu korkunç gelenek vardır. İspanyolların orayı fethettiği dönemlerde halen orada her sene böyle binlerce erkek kurban ediliyordu. Hem de tapınakta. Ve bu başka yerde de böyle. Bunun temeli tanrıçadininden kaynaklanıyor. Tanrıça, kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açıklaması şudur; tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Bunu açıklıkla söyleyebilirim: Bu tez benim. Kitaplarda böyle “kutsal evliliğin bir gereğidir” diye yazıyor ama kadın yerini bir erkek tanrıya bırakmak istemiyor.Dumuzzi, İnanna’nın sevgilisidir. Ne kadar sevgilisi olsa da onu öldürüp yerin altına gönderiyor. Kural öyle. Neden? Çünkü kadın yerini bir erkek tanrıya bırakırsa başına ne geleceğini biliyor. Nitekim Babil Destanında bunun gerçekleştiğini görülüyor.Inanna 4000’lerde Uruk sitesinde mutlak bir güç iken ve Uruk sitesi mutlak tanrıça kve kutsal evliliğin bütün görkemini sürerken, Gılgamış bile köşe bucak kaçmaya çalışıyor. Ondaki ölümsüzlük arayışı bununla ilgilidir.Bu ölümsüzlük arayışının anlamı da şudur: Erkek canını kurtarmak istiyor. Çünkü Uruk sitesi tanrıçasının o dine göre bir sürü erkek rahipleri var. Tanrıça dediğimiz de bir kadın yönetici var.Tapınakta ona bağlı rahipleri var ve içlerinden istediğini alıyor, onunla kutsal evliliği yapıyor, ertesi gün adamı öldürüyor. Öldürüleceğini bildiği için Gılgamış kaçıyor. Beni seçme diyor.Birinci kaçış planı var, ikinci kaçış planı var.Her seferinde yakalayıp getiriyorlar. Sanıyorum her seferinde çarpıcı bir gerçeklik yaşanıyor ve canı bağışlanıyor. Nasıl bağışlanıyor bilmiyorum,araştırmadım. Zaten o kutsallık zorunluluğunda canının bağışlanması müthiş bir olay olduğu için Gılgamış destanı vücut buluyor..Ve burada Gılgamış’ın farkı ise, artık öldürülen bir erkek olmaktan çıkmasıdır. Öldürülen bir erkek olmaktan çıktıktan sonra bu destan vücut buluyor. Ve bu taşlara kazınıyor,tuğlalara yazılıyor. Böylece bugüne kadar gelen bir erkeklik çağı başlatıyor. M.Ö. 4.000’Ierden 2.000’Ier arası olan Babil hükümranlık dönemine kadar egemenlik yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Bu sefer de tersinden erkek,Gılgamış şahsında bu yüce ve kutsal kadın tapınağını alıyor. Gılgamış köleleştirilmiş bir kadın fahişeyi Enkidu’ya gönderiyor..Burada Enkıdu ( büyük ihtimalle o dağlardaki proto Kürt oluyor) Bir destandır ama bir köle fahişe üzerinden erkeği elde etme kültürü de vardır. Zaten ele geçirilen bu tapınak ise en seçme kadınların tapınağıdır. Bu destanda Uruk sitesinde tutsak edilmiş bir kadın tapınağı var. Bu günümüz kerhanesine benzetilebilinir Tapınaktan kerhaneye bir dönüşüm söz konusudur. Musakkattin evet, ismi de var. Bu, erkeğe dayalı toplumsallaşmadır. Halen de öyle değil mi? Çok çarpıcıdır, saflarımıza kadar sızmalar oldu. PKK’yi bölüp parçalamak için böyle özel kadınlar yollandı. Çok çarpıcıdır. Bunları biz yaşadık, ben bile belki yaşamış olabilirim.Bir tarihsel temeli dr elbette bu topraklarda var.Enkidu Zagroslar’dan getirilmiş, güçlü erkek.En az Gılgamış kadar güçlü.Hatta osuz Gılgamış yaşayamıyor.Hâkim.Kenti koruyan hâkim adam.Destanda muazzam övgüler var.Ve oölünce Gılgamış kendisinin öldüğünü biliyor. Anlatılan trajik bir destandır Ama özü şudur: Ve bir kadın üzerinden o dağdaki adamın kontrolünü ele geçirilmesidir.Kadın tapınağı musakkattine,(bugünkü kerhane)dönüşmüş, Gılgamış artık krallığa geçiyor.Hem tanrı hem kral. Kendine bir erkek ordusu oluşturmak için bu yolla, yani bu kadın evi üzerinden o dağlıyı tutup götürüyorlar. Nasıl ki Kürtler’den asker devşirildiği gibi Tapınaktaki o fahişelerle birleştiriyorlar. Adam iki-üç günde dağılıyor,darmadağın oluyor. Ve bir daha asla dağa çıkmam diyor. Çünkü fahişeye alıştırılıyor. O gün bu gündür toplumu baştan çıkaran kadının ve onu bu duruma getiren erkeği de en kötü duruma sokan bu kurumun temeli böyle atılmıştır. İnkâra gelir mi, hala etkisi yoğun yaşanıyor. Erkek nasıl erkekleşti ve tanrıça dini nasıl erkek tanrı dinine dönüştü, anlatmaya çalıştığım budur. Gılgamış’ta ki korkunç Enkidu aslında o zamandaki proto Kürt’tür. Böyle çok kaba ve genel tarif ediyorum. İsteyen bunu derinleştirebilir. Ama özü budur benim için. Yani kadına dayalı toplumsallık ve buna dayalı olarak erkek kadın çekişmesi. Kadın tanrıça, erkek tanrı. Bunun Tevrat’ta yeri var, İncil’de yeri var. Rahip-rahibe.Islam’da var;Harem kurumu. Bu harem kurumu Osmanlı’da ise zirve yapmıştır. Muaviye’de ve Hristiyanlıkta zirve yapmıştır. Yahudilik’te de ev, aile denilen olgunun kökü Tevrat’ta da yer alan bu tarihsel kökselliktir Tevrat’a bakın kadın nasıl eve kapatılmış. Eve kapatılmanın temelini Zerdüşt atmıştır. Yahudiler, Babil, onu Zerdüşt’ten alıyorlar. Böyle müthiş bir aile kurumunun temeli böyle atılıyor.Evlenme, eve kapatılma. İşte evlenme eve kapatılma anlamına geliyor.Gelin allanıp pullanıp eve kapatılır. Kadın bitki topluyor, erkek avlanıyor, canlıları öldürüyor.Savaşın kendisi canlı öldürmektir.Hayvan öldürme de bir canlı öldürmedir, cinayettir. Kadının bitki tohumu etrafında toplumsallığı oluşturması başka bir olay, kendini güçlendirme amacıyla erkeğini öldürmedi bambaşka bir olaydır. Bunu daha da açacağım. Erkek, şu andaki katliamcı topluma dönüştü. Kadın, hala toplumu ayakta tutmaya çalışıyor. Dolayısıyla toplumu ayakta tutma kültürü kadın etrafında gelişen bir sosyolojiye dayanır. Savaşı esas alan, yani ganimeti esas alan toplum, erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir. Marks bunu sınıfsallaşmaya bağlar oysa hiç gerek yok. Kadın etrafında oluşan bitki toplumunda, artık değer imkânı oluşmaya başladığında, bir besin arttırımı olduğunda erkek buna göz dikiyor. Erkek hayvan da avlıyor, kadının topladığı besinlere de el koyuyor. Besine el koymanın yanısıra, kadına da el koyuyor.Hikâye böyle başlar. Bir taşla iki kuş vuruyor.Evet, kadın toplum geliştirmiş, ev kurmuş, yavrularını besliyor. Bir kadın klanı var bir kadın toplumu var. Tanrıça durumuna gelmiş, 30 bin yıl insanlığı idare etmiş. Avcı erkek ki özel bazı birlikleri var Erkek kardeşliği diye bir kulüp oluşturmuş. O kulüp de bir kaç ahbap çavuştur. Avcılar grubu oluşturmuş Önce hayvanları vurur, başarılı olursa şölen yapılır. Ama bir bakıyor ki kadın buğday, arpa, mercimek ekiyor ve neolitik dediğimiz toplumu böylece köy kurarak geliştiriyor. Ev kuruyor. Kurar, çünkü yavruları besleyen ve koruyan odur. Kardeşler teyzeler dayılar ve Çocuklardan oluşan Klan va. Ve üretiyor. İcat ediyor. Destanda,İnanna Enki’ye diyor ki,benim yüzlerce Me’mi sen hırsızladın”. Bu şu demek: Yüzlerce yaratım sanat kurumun yaratıcısı bendim. Bunların sahibi ve yaratıcı bendim.Şimdi sen bunları sahipleniyorsun! “Ben yarattım diyorsun ve yalan söylüyorsun” diyor,İnanna Enki’ye destanda. Bunları ben yarattım, sen el koyuyorsun diyor. İşte Gılgameş destanının çözümlenmesini ben böyle yaptım. Sorunsallığa gelince, erkek bu avcı kulübüne dayanarak bu kadın toplumsallığına saldırıyor.İşte sorun öyle başlıyor. Doğru mu, doğru. Alın alıntıları.Urfa başta olmak üzere görüyoruz.Çok yaygındır. Güçlü erkek evlilik olayı ile her gün öldürüyor.
Tuhaftır, hatıralarımı çok anlatmak istemem, ama bir tanesi aklıma geliyor. Hala aklımda; biz bacı kardeş olarak bireşeğimiz vardı. Yük ve ot bindiriyorduk. Hala tarlası da aklımda. Bir yetmezlik çıktı. Eyne bacıma hatırladığım kadarı ile bir tokat atma olayım vardı. Bana,”senin gücün ancak bana yeter” dedi. Aklımda kalmış ve her halde ben biraz daha güçlüydüm ondan. Tuhaftır, Eyne benim ziyaretime bile gelme ihtiyacı duymadı. Çok acı bir yaşamı da olabilir. Ama beni hiç aklına bile getirmedi bir kardeş olarak. Pek derin bir sevgisi oluşmadı bana karşı.Acaba o dayak ile ilgili olabilir mi? Belki de onu düşünmeye başladı.
Şimdi canı sıkılan kadın öldürüyor. Bu şu an yaygın yaşan bir durum.Bunda kent köy ayrımı da yok. Urfa, İstanbul ayrımı da yok. Belki İstanbul’da daha fazla. Şu anda müthiş bir sorundur aile sorunu. Bence bu evlenmekten ve evlilik biçiminden kaynaklanıyor. Kutsal aile hikâye. Öyle kutsal aile falan yok. Eve kapatmak ile kadın muazzam bir kölelik atmosferine alınıyor.Dayanamıyor, patlıyor, çatlıyor ve erkek de vuruyor. Gazeteler bunun haberleriyle dolu. Binde bir kadın erkeği vurmaz ama yüzde doksan dokuz erkek kadını vurur. Kim inkâr edebilir? Ortada. İkiyüzlülük yapmaya gerek yok. Sonuç olarak bu sorunsallık buradan doğuyor. Sınıfsallıktan doğmuyor.Kadın erkek ilişkisinden doğuyor. Sorun mu? Evet, hem de temel bir sorun. İşte Gılgameş destanında ipuçlarını aradık, Sümer toplumunda temelleriniaradık. İşte daha sonraki o devlet, kent ve sınıf ayrımında zirve yaptı. Tevrat’ta var. Kuran’da da dolu örnekler var Göbeklitepe’nin üstünün kapatılması da bir erkek eylemi olabilir. Bir düşünce olarak bu erkek egemenliğinin bir oyunu da olabilir. Ama kesin bir şey diyemem. Ben bunun üzerine bir spekülasyon bile yapmam. Göbeklitepe yaygın bir kültürdür. Dicle ve Fırat arasında 200’ü aşkın kalıntı var. Karahantepe’de erkek üstünlüğü, bir cinsel organ üstünlüğü kadar bariz yansıtılmış. Böyle heykelleri var. Bu erkek heykelleri Hindistan’a ve Mısır’a da taşırılıyor. Bir erkek üstünlüğüne geçiş var. Ama bu geçiş, en az 30 bin yıl kadın etrafında bir toplumsallık olarak gelişiyor, Üretim patlaması oluyor.Bu kadın etrafındaki toplumsallıkta, Yukarı Mezopatamya’nın flora ve faunası çok zengin, bitki zenginliği var. Arpa ve buğday, Karacadağ etrafında kültüre alınıyor. Koyun ve keçi burada evcilleştirilmeye alınıyor. Aynı dönem buralar ağmur ile beslenen bir bölge. Dünyanın diğer yerlerinde bu çok sınırlı. Burada yağmur ve toprak müthiş uyum gösteriyor. Ve böyle bir bitki ve hayvanpatlaması gelişiyor. İnsanlar Afrika’dan geliyor ve burada yoğunlaşıyor. Bitki, hayvan bol. stediğin kadar avcı da, istediğin kadar toplayıcı da olabilirsin. İkisi de oluyor. Birisi bitki kadın etrafında,birisi hayvan avcılık erkek etrafında. Sonuçta çatışma oluyor. Erkek avcı ve elinde silah var. Çatışma, Obsidyen ve çakmak taşıyla oluyor. Silahlar Göbeklitepe etrafında hala var. Obsidyen ticareti yapılıyor. En kıymetli ticarettir. Obsidyen, silahtır aslında. Çünkü keskin bir silahtır. Bu keskin bıçak erkeğin elinde bir avcı aletidir ve onunla herkesi kesiyor. 30 Bin yıl toplumsalığın merkezinde olan Kadın,bu üstünlük karşısında yeniliyor. Adam küçük bir kulüp, beş on tane ahbap. Elinde obsidyen bıçağı var. Nereye giderse öldürüyor. Ben halalarımı tanımam. Ana soy üzerinden teyzelerimi iyi tanırım. O zaman, ana soylu toplumda da ananın kardeşi olarak dayı klanda etkilidir. Bu karşı devrimde ana soylu toplum büyük bir darbe yiyor. Hem elinden ilk değerler alınıyor, hem de çocuklar ve kadını köle gibi çalıştırılıyor. Kadın ise,tıpkı Gılgamış destanında erkeğin öldürülmesi gibi, kutsal evliliklerde erkeği öldürüyor. Kökü oraya kadar gidiyor.Korkunç. Kutsallaştırma eylemi; kadın için sevgilisi bile olsa öldürtüyor. Neden? Çünkü biliyor başına gelecekleri. Bu felaketin başına gelmemesi için öldürmesi gerekiyor. Özü bu. Tarihsel materyalizm bu. Bizim Marksizm’den alabileceğimiz en faydalı düşünce bu. Diyalektik materyalizm bunu böyle açıklar. Erkek, kadının bu hükümdarlığına Sümer toplumunda son verir. Sümer toplumu erkek egemenlikli bir topluma geçiştir. Ve kadının köleleştirilmesi ile bu geçiş tamamlanır. Bununla ilgili Babil Enuma Eliş destanı var. Okuyun.Bunu çok çarpıcı göreceksiniz. Buradaki destanların içeriğini din haline getiren İbrani toplumudur. İbrani toplumu Tevrat’ı Enuma Eliş destanından almıştır. Tevrat’a geçirmiştir. Tevrat,Enuma Eriş destanın İbrani kabilesinde geçirdiği dönüşümdür.Hem manevi hem de maddi dönüşümdür. Bu dönüşümün adı, anlam ifadesi olarak Tevrat’tır.Tevrat’tan da İncil doğar, Kuran doğar. Bunu da kimse yadsıyamaz. Sonuç eve kapatılmadır. Adam cinsel organlarını da kutsuyor Fallokrasi yaşanıyor. Adam kendi cinsel organını tanrı yerine koyuyor.Sadece ben değil cinsel organım da tanrıdır ve sen tapacaksın” diyor. Ve nitekim öyle kitaba da geçmiş. Tevrat’ta da açık anlatılmış. Halen Hindistan da yaşanıyor. Ama öncesinde kadın tanrıçadır. Mühim olan bu. Bizi bunun kavramsallaştırılması ilgilendiriliyor Kavramsallaştırılma kısmı önemli. Bu işi din haline getirir. Şimdi de öyle. Batı’daki bu modern hastalıkları da ortaya koyacağız. Sonraki aşama mülkiyet aşamasıdır. Kaldı ki evdeki durum, böyle eve kapatılma, tehlikeli bir ideoloji, büyük bir sorun. Dedim ya toplumda sorun böyle başlar. Toplumda asıl sorun budur. Bu, sınıfı doğurdu, devleti doğurdu. Ki erkek bunların hepsini yapar. Erkek aristokratik devrim yapar,burjuva devrimi yapar, Ama hepsi de kadının köleliği etrafındadır. Ve devlet oldu.Devlet haline geldikten sonra erkeği dizginleyecek başka bir güç yoktu.Sınırsız gücü ifade eder devlet. Erkek damgalıdır. Şimdi kadın özgürlüğünün temelini biz attık. Ben kendi şahsımda kadınlara saygımın bir gereği olarak, özgürlük önce düşüncede başlamalı dedim.Nasıl istiyorsanız öyleyaşayın” dedim. Eğer gücünüz varsa tabii. Bırak bu kadınlar ve erkekler sevişsin, sevgili olsunlar diyorlar. Olabilmeyi beceriyorsanız olun, ben bunun önüne sınır koymuş değilim ki.Benim tek yaptığım özgürlük penceresi açmak, ama bakıyorsunuz her taraf bağlanmış. Hangi erkeğe gidersen, evlilik temelinde yola çıkarsın, Mülkiyet duygusu müthiştir. Yani bu eşitlik sağlanmış olmaktan çok uzak hala. Ekonomiyi yaratan kadın şimdi nan’a muhtaç ve erkeğin eline muhtaç. Bu böyle değil mi? Ve şu çok çarpıcı bir durum değilmi? Erkek çalışmadı mı, kadın aç. Hâlbuki ekonomiyi yaratan kadın. Biliyorsunuz ekonomi Helence bir kelime. Ev geçimi anlamına gelir. Kelime anlamı bu ve ev işidir. Yani evi geçindirme bilimi. Yakın çağda kadının ekonomiyle ilişkisi sıfırlanmıştır. kadının elinde herhangi bir ekonomi var mı? Yok. Ekonomi şu anda şirketlerin erkeklerin mutlak egemenliğinde. Erkek egemenliğine ekonomik geçiş batı kökenlidir ve müthiş geçmiştir. Daha önce orta çağda ve ilk çağda kadının elinde epey ekonomi var. Ama kapitalizmde o imkân tamamen ortadan kalkıyor. Şirketlerin eline geçiyor. Para ile finans şirketleri erkek tekelindedir. Kadının para üzerinde, ekonomi üzerinde hiçbir ağırlığı olmadığı gibi bütünüyle erkeğe bağlanmış. Paranın, bütün tekniğin, merkezi bilimin hepsi erkeğin elinde. Peki, kadın ne hale geliyor? İşte ben ona kafeste öten bülbül veya erkeğin evdeki süsü” diyorum. Kadın bedeni şu anda sadece bir mülkiyet konusu değildir. Kapitalizmin hizmetinde,saçından tut bacaklarına, ruhuna, sesine kadar tüm varlığı mülkiyet konusudur. Reklam kadın bedeni üzerinden yürümüyor mu? Bu dehşet verici.Bedeninize sahip çıkacaksınız. Erkeğin bütünüyle denetlediği beden, sizin bedeniniz. Nasıl yapacaksın? Senin bütün sınırını o belirlemiş, saatini o belirlemiş. Para vermezse aç kalır. Tabloyu daha da karanlık hale getirmek istemiyorum. Misal ben ne dedim, sosyalizm kadının özgürleşmesinden geçer.
Hayret ettiğim nokta, Marks eve kapalı karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. Kapitalizmin en büyük eleştiri kitabını yazmış olan Marks. Bu kitabı yazayım da gelir getirsinde bu evliliği kurtarayım diyor. Sosyolojinin kurucusu bunu derse, vay başımıza gelen! Böyle Marksizm. Maalesef ve biz de bir peygamber gibi ele alarak taptık. Aşmaya çalışıyoruz, Durum vahim. Mao’da da, Stalin’de de öyle. Lenin bu konuda büyük çaba sahibidir. Onu suçlamıyorum.Stalin de kadını mülkleştiriyor, eve kapatıyor. Yani öldürmese de ölmekten beter ediyor. Bunu demek istiyorum. Biraz akıllı olduğum şey, bu erkeği öldürmek oldu. Çünkü bende de bu eğilimler vardı. Demin söyledim. En azından kendimde yaşadığım deneyimler var. Arkadaşım, en değerli arkadaşım birlikte olduğum kadını mutlak öldürmemi istiyordu. Ona karşı temkinliydim. Onun ile on yıl boğuştum.Fakat temkinliyim. Bırak, ne olacak ne yapacak? Bunun hikâyesini anlatmistim. Ve kaçtığında benim için müthiş bir kurtuluştu. Beni ben yapan, bu ayakta kalış tarzım. Her erkek karısı kaçtı diye öldürürken, ben “kurtuldum” dedim.Erkeklerin yaptığının tam tersidir.Benim kurtuluşum bu ilişkinin bitişiyle ile başlar. Bunu söylesem herkes bana güler. Bunu açıklıkla söylüyorum: Kurtuldum! Aslında o gelenekten kurtuluyorum, bir kadın sorunsallığından kurtuluyorum. Kadını öldürsem bir cani olurdum. Bir caniden bir sosyalist çıkmaz. Stalin yapabilir ama ben yapmanın büyük ve mühim hatalı olduğunu düşünüyorum. İşte evli olmayan sizin gibi kadınlar benim için büyük sorun. En azından biz kişilik olarak onlara özgür düşünme imkânı verdik. Beni bu ayakta tutuyor. Çok açıkki , sizleri de biraz ayakta tutan o özgürlük düşüncesi olmalı. Eğer özgürlük düşüncesi elinizden giderse kaçınılmaz olarak bitersiniz. Dolayısıyla bu yeni çıkışımız; yeni sosyalizm, yeni Kürt varlığı, yeni Kürt kimliği ve Kürt özgürlüğü bu temelde gelişir. Hem uygarlık eleştirisi hem modernite eleştirisi hem de kadın köleliği eleştirisi bizde büyük bir gelişme gösteriyor. Sorunu en azından bireysel düzeyde aşma durumumuz var. Kolektif düzeyde de ilerleme var. Bana göre sosyalizme en önemli katkımız budur. Kadın toplumsallığı ve sorunsallık kapsamı temelinde giriş babında bunları söyledim.
3 .BÖLÜM: TARİHSEL TOPLUMDA DEVLET VE KOMÜN İKİLEMİ
Tarihsel materyalizm, sınıf savaşı yerine Komünü ikame etmelidir. Bu gerçekçi bir yaklaşım olmanın yanısıra, özgürlük düşünce ve eyleminin ve sosyalizme geçişin de en sağlıklı yoludur. Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifi daha doğru olandır. Marksizm’i gözden geçirmeyi ve bu kavramı yerine ikame etmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil; bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizm’in bu sınıf ayırımına dayalı çatışma teorisi,reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında, bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki, bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de, devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum. Bende çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayandırıyorum. Toplum aslında komünal bir olaydır. İşte yukarıda klan tarifini yaptım. Bu toplumsallıktır. Toplumsallık da komün demektir. İlkel komün, klan demektir. Çünkü Klan toplumsallıpın ilk oluşum formudur. Özel olarak “komün” kelimesine gelince; bilebildiğimiz kadarıyla toplumsallık Mezopotamya alanındaki kültürel yükselişle gelişmiştir. Kürtçede “kom”dan türemiştir. Sümer toplumunun çıkışına, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli. Peki,toplumsallık nerede. Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö.4.000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir komünler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile o zamanlar daha oluşmamıştı. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip, aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin toplumun doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik bağlantılıdır. Neolitikten önce bu klandır.Komünün Kürtçemize yerleşmiş “kom” ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz.Kom, kombun yani komün anlamına gelen toplu olmak,toplanmak. Hala kullandığımız bir kelime ki Aryen dilinin de buradan çıktığını, en azından on bin yıllık bir tarihi olduğunu gösterir. şte Aryen köken dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene: Bir devlet adı olarak geçer. Kabile başı, devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben öyle büyük bir keşif de yapmadım. Marks,bilimsel keşif diyor, İşçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfının gelişimi bilim falan filan.Bu basit bir şeydir. Kabilenin bastıranı devlet haline geliyor. Aşiret reisi her kimse. Onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler devletleşir. Yani devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile ki devlet oldu mu ezilen kabile de olur ve ayrışma öyle başlar.
Marksizm’in proleterya böyle oldu, proleterya şöyle gelişti demesi, bana biraz zorlama gibi geliyor. Evet, var öyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma. Ama bu binlerce yıllık, beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur. Burjuvalaşma-proleterleşmeden öncede vardı. Babil’de de Sümer’de de, Asur’da da var. Atina’da,Roma’da da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey. Ama çapını büyütmüşler ve bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır Bu, devletleşme hikâyesidir. Bunu köleci devlet, feodal devlet ve kapitalist devlet diye yorumlamamak da gerekiyor aslında. Önemli olan komün nerede? İşte Marks’ın ömrünün son yıllarında, 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahseder. Bunların anısına “Paris Komünü” diye bir değerIendirmesi de var. Kapital’i bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz,.Komün kavramını da kullanıyor. Kropotkin’in Lenin’e eleştirisi var. Sovyetleri yıkma diyor. Sovyet Komün demektir aslında. Fakat Lenin devleti tercih eder NEO provamı ile .Stalin ise korkunç boyutlara ulaştırır. Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir .Devlet ve komün ayrımını da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta bu ayrım hem tarihte geçerli olmuş, hem de tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir
Normalde Komün belediye demektir, ama bunun içi boşaltılmıştır. İşte bugün bizim belediyelere, devlet tarafından kayyum atanıyor ve bunun karsisina da öyle güçlü bir yok bu olmaz diyenler çıkmıyor. Bu da içinin boşaltılmış olduğuyla alakalıdır biraz. Aslında komün büyük bir toplumsallıktır, klandır ve hatta aile de bir komündür. Ama o da çok zayıflatılmış ve içi boşaltılmıştır. Aşiret ve kabile de ise sadece kalıntıları var. Çünkü onlarında içi boşaltılmış. Cok esef ettiğimiz o Tavşan Tepe’deki olay kabileyle ilgilidir. Ö kabilenin marifetiyle içteki o dehşet tecavüz unsuru ,o küçücük kız çocuğunda eşi görülmemiş bir katliam olarak ifade bulmuştur. Sembolik bir olay ama anlamı çok çarpıcıdır.Bu bir kültürün ifadesidir. Molla Gurani de bir molla ailesi. İstanbul’un fethine katılmış Molla Gurani’den geliyor bu Güran ailesi. Molla ailesinin buradaki hazin durumu da ortada. Dolayısıyla bu Komünalite çıkışı, bizim bu yeni dönemin özgürlük sosyalizminin ifadesi olacak.Yeni dönemi biraz bunun etrafında tartışıp somutlaştıracağız.
Ahlaki Politik Toplum kavramı komün başka değerlendirmesinin bir ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulmasıdır. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün özgürlüğünü savunacağız.Adı üzerinde,ulus devletçilik dilini ve ulus devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyoruz.Komüne dayalı ahlaki ve politik kavramları esas alıyoruz. Ahlaki politik toplum özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir. Hukuki bile değildir.Dolayısı ile hukuk da gelişecektir. Belediye kanununun yasada ifade bulmasını isteyeceğiz. Bu da bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek, çarpıcı, çok daha bilimseldir. Belediyeler hala komündür. Bizde de kom var, ahlak var etik var. Zaten komün yasalardan ziyade etikle yürüyecek bir konudur. Komün bir de demokrasidir. Komün demokratik siyaset ve politika demektir. Komün isim ve etik politik bir sıfattır. Komün etik ve politiktir. Biri isim ve bir sıfattır. Buna Marksizm’in en köklü revizyonu diyoruz. Marksizm’in sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. Kropotkin’in Lenin’e karşı eleştirisi doğrudur, Bakunin’in Marks’a karşı eleştirisi doğrudur. Eksiktir ama doğrudur. Marksizm’i bu konuda mutlaka bir eleştiriden geçirmek gerekir. Eğer Marks Bakunin’i anlayabilseydi, Lenin de Kropotkin’i anlasaydı, sosyalizmin kaderi kesinlikle başka türlü gelişirdi. Bu sentezi sağlayamadıkları için bu çöken reel sosyalizm gelişti.
4 . BÖLÜM: MODERNİTE VE MAHŞERİN ÜÇ ATLISI
Avrupa’da yeniçağın adı modernitedir. Biz bu moderniteyi Mahşerin Üç Atlısı üzerinden tanımlıyoruz ki, Mahşerin Bu uc atlisi ise, Kapitalizm, Ulus-devlet ve Endüstriyalizmdir . Ancak bu çağın gerçekliğini ifade eden moderniteyi kapitalizmle özdeşleştirmemek gerekiyor. Kapitalist Modernite, kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm üçlüsünden oluşur. Bu, 16. Yüzyıldan itibaren vücut bulan bu Reel-sosyalizm de bu modernitenin bir urünüdür. Sosyalizm modernite üçlüsünün alternatifi olarak ortaya çıkmalıydı. Fakat sadece kapitalizme karşı sosyalist analiz ve mücadele gündeme alındı. O da geliştirilemedi. Bu şekliyle geliştirilemez de. Çünkü bir bildiriyle, Komünist Manifesto ile sınırlı kaldı. Çünkü endüstriyalizm olduğu gibi benimsendi ve göklere çıkarıldı. Bu stratejik bir eksiklik ve büyük hataydı. Yine Marks’ın ulus-devlete dair dişe dokunur bir analizi de yok. Böylece ciddi bir ideolojik boşluk bırakılmıştır. Marks’ın Hakkını teslim etmek bakımından söyleyelim ki,Marks da sonradan bu eksik analizinin farkına vardı. Kapital’dan sonra yazacağı üçüncü kitabı da Devlet üzerine olacaktı. Fakat ömrü yetmedi. Yazsada doğru yazamazdı. Çünkü Marks’ta ulus-devleti çözümleme perspektifi eksikti. Endüstriyalizm çözümlemesi de eleştirisi de yok gibidir. Anti kapitalizme üzerinden bir sosyalizm analizi vardı sadece. Eksikliklerini giderememişti ve geliştirememişti. Bu sosyalist teorinin, modernite analizde başvuru kaynağı olma kapasitesi sınırlıdır. Hatta modernite sınırları içinde kalarak onun bir parçası olmaktan da böylece kurtulamaz. Çağımızın esas sorunu bu moderniteye ait bu mahşer atlının insanlığı mahşere sürüklüyor olmasıdır. Kapitalist sömürünün vardığı şu düzeyi çok büyük bir vahşet düzeyindedirVe gezegeni bir kanser uru gibi kaplamıştır. Ulus-devlet onun şiddeti ve vurucu gücüdür. Ulus-devlet sisteminde ulus,askeri toplum haline gelir. Bu sistemin temelinde şiddet ve savaş vardır. Ulus-devlet, savaş toplumunun sistemidir. Ve bu savaşlarda her seferinde milyonlarca insan katledilir.Endüstriyalizm de başta çevre olmak üzere yeraltı-yerüstü yaşam kaynaklarını tüketerek ilerliyor. Bugün insanlık kendi yarattığı canavar tarafından yutulma sınırlarına dayandı. Endüstriyalizm uzun süre sorgulamalardan kaçtı ve ya kaçırıldı. Bu konuda söylenmesi gereken ilk şey endüstriyalizmin görüldüğü kadar masum olmadığıdır. Çünkü endüstriyalizm toplumsal dokuyu değiştirmekle kalmadığı gibi insan-doğa ilişkilerini de dönüşüme uğratmıştır.Endüstriyalizmi sadece barışçıl ekonomik temelli bir olgu olarak görmek de yanılgılıdır. Endüstriyalizm en başta savaş teknolojileri ile iç içedir. Ulus-devleti mümkün kılan da budur. Başka bir ifadeyle endüstri, teknoloji ve savaşın birleşmesi, endüstriyalizmin temel özelliklerindendir. Gelişmiş ulus devlet gelişmiş savaş teknolojilerine sahip olan devlettir ve bu da öyle bir tesadüf değildir.
Özetle endüstriyel gelişmeyi nötr alan olarak görüp; moderniteye karşı mücadelede görmezden gelen bir karşı mücadelenin başarı şansı yoktur ve olamaz. Modernite durdurulamaz, böyle devam ederse gezegenin elli yıllık bir ömrü kalmış. opik bir şey olarak değil, gerçek bir mahşeri sondan bahsediyorum. Marks bu tehlikeyi sezdi ve antisini koydu. Ama geliştiremedi. Altı kitap yazacaktı. Birinin ilk cildini yazdı, onu da eksikli yazdı. Altyapı-üstyapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı kaldı. Baş-ayak derken Hegel’in de gerisine düştü. Engels,Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği ve Tarihte Zorun Rolü konularına eğilerek biraz tamamlamaya çalıştıysada yetmedi. Lenin politika ve devlet analizi alanlarında tamamlamaya çalıştı ve oda tam başaramadı. Mao ise sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine uyarlamaya çalıştı sınırlı kaldı. Yani bütünlüklü bir sistem analizi ve alternatif çözümü geliştirebilirdi ve eksik kaldı. Biz moderniteyi ve ona hizmet eden reel-sosyalizmi aşmak için, yeni bir analiz, alternatif sosyalist teori geliştirmeye çalıştık. Adına Demokratik Modernite dedik. Ulus-Devlet yerine, Demokratik Ulus dedik. Kapitalizm yerine, Komün- Komünalite dedik. Endüstriyalizm yerine de Eko-Ekonomi dedik. Yaptığımız bu üç analizin ilişkiselliğinden özgürlükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık.Bunu azılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük.Kuşkusuz bu üç alanın da alt başlıkları var. Komünalitenin önemli bir parçası Kadın Özgürlüğüdür. Bunun yanı sıra Politika, Etik (Ahlak) ve benzerleri sıralanır. Bütün bunları kapsamlı biçimde ele alacağız ve işleyeceğiz. Bu sistemin bütünlüğünü ise Demokratik Modernite olarak tanımlamak doyurucudur. Dinlerin mahşer günü dediği sadece öte dünya için değil, bu dünya için de geçerlidir. Kutsal kitaplarda bahsedilen o mahşer tehlikesi de aslında bu olsa gerek. Kapitalist modernite insanlığa bu mahşeri yaşatmaktadır. Bunu da önlemesi gereken sosyalizm ise onu önlemek bir yana adeta onun taşıyıcı eşeği ve modernite canavarının yemi haline geldi. Rusya ve Çin bunun en açık örnekleridir. Çinli insanlar enteresanlar. Kapitalizmi ve sosyalizmi birlikte uygulama idiasındalar. Bu olabilir ve düşünülebilir de. Ama Çin, sosyalizmi kapitalizmin hizmetine soktu. Sonuç; kapitalizme hizmet ve onun ömrünü uzatmak oldu. Çin kapitalizmi şimdi Amerika ile hegemonya mücadelesindedir. ABD buna şiddetle karşılık verebilir ve bu da nükleer savaş demektir. İşte bir mahşer de budur. Einstein’in ifadesiyle diyecek olursak, olası bir 3. Dünya savaşı nükleer silahlarla olursa, böyle bir savaşın sonucunda eğer birileri de hala hayattaysa 4.Dünya savaşı taş ve sopalarla olur. Çok doğru söylemiş.
5 . BÖLÜM: KÜRT VE KURDISTAN GERÇEĞİ VE İNKARI
Olgunun karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden şekillenir.Bu olgu nasıl olmuş ve oluşmuştur? Ve varlığını hangi maddi-manevi temelde sürdürmektedir? Bu sorulara verilecek cevaplar olgunun varlık-yokluk karakterine dair veriler sunar. Bu çerçeveden bakıldığında Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da, gerçeklik olarak da Kürt ve Kürdistan, Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. Hayali Kürdistan burada meftundur gibi ifadelerle bu kırımı sahiplendiler de. Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı.Modern bir hareket olarak PKK’nin en önemli başarısı bu realiteyi yeniden canlandırmak oldu. PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliği varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Hareketlerin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, ve YNK gibi küçük-burjuva hareketler kendi varlıklarını bile kimseye inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı hepsi bitmiş olurdu. PKK’nin büyük direnişi, Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı ve Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi.Bbaşarıldığını anlamak için tarihsel ve sosyolojik olarak sorgulamalar yapmak gerekiyor. Ben 52 yıl 1 ay önce Kürdistan Sömürgedir diyerek yola çıktım. Bunu dile getirdiğim zaman bayıldım. Bu benim için zor keşifti. Ağzıma almaktan bile çekiniyordum.Bir arkadaşa anlattığımda adeta bayıldım. Oradan bugünlere getirdik. Sözün gücünü küçümsemeyin. Söz hakikatle buluşunca çok etkili, yaratıcıdır yürütücüdür. Bu söz sadece pratik bir direnişe yol göstermedi. Büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü Ardından Neolitik yorumu, kadın özgürlük ideolojisi,sosyalizm yoğunlaşmaları vb. geldi. Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Bunu başardık. Bu büyük tarih yolculuğu,sosyolojik analiz,politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi, bunu dosta-düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük bir başarıdır. PKK bu başarının adıdır.Ancak Özgürlük çözümü başarılamadı. Varlığı kanıtlandı, ideolojik-örgütsel bilince kavuştu,. Fakat özgürleşme adımı tıkanma yaşandı. Tıkanmada reel-sosyalist ideoloji etkileri vardır. Sosyalizm, dünyanın pek çok yerinde devlet iktidarını ele geçirdi.Dünyanın üçte birine hâkim hale geldi. Ama ayakta kalamadı, çöktü. Bu bize kriz olarak yansıdı. Reel-sosyalizm çöktü. Biz ayakta kaldık ama büyük bunalımlar yaşadık.Reel-sosyalizm, teorik açmazlarını aşamadığı, özgürlük ve sosyalizmini geliştiremediği için çöktü. Dayandığınız ideolojik argümantasyon çökmüştür. İdeolojik bunalımdan çıkmak zordur Hangi kavramsal çerçeveye, hangi sosyolojik analize dayanacaksınız? Reel-sosyalizm çökmüş,geriye pek bir şey kalmamış. El yordamıyla inancı sürdürürken, Sosyalizmde Israr, İnsan Isrardır” gibi bir değerIendirmem olmuştur. Sosyalizm inancı ve bağlılığımı korudum ve bunu bir bilince dönüştürme mücadelesine girdim. Bunalımlı yıllardı. 2000’Iere doğru geldiğimizde yeni bir yoğunlaşma ve çözümleme sürecine başladık.Demokratik-ulus, sosyalizm üzerine geliştirdiğimiz bu çözümlemelerin stratejik sonuçlarından biridir ve sosyalist perspektife yeni bir soluk olmuştur. Bu hem sosyalist perspektifte hem de PKK için stratejik bir dönüşümdür. Bugün ise bu dönüşüm,sadece adı e resmiyet kazanacaktır. Yirmi yıldır bu dönüşümü sonuca ulaştırmaya çalışıyoruz. Demokratik Ulus çözümü, önümüzde sürecin temeli olacaktır. Demokratik Modernitenin çözüm perspektifi, Demokratik Ulustur. Buna Çağrı Metninde “Barış ve Demokratik Toplum” demiştik.İkisi de aynı anlama gelir. PKK Kürdistan gerçekliğini açığa çıkarma, varlığını yenilmez düzeye kavuşturma hareketidir.Bundan sonraki adım, özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum, komünalite temelinde, etik-politik doğrultuda şekillenecek, varlık bulacaktır. Bu adımı PKK ile gerçekleştirme pek mümkün gözükmüyor. PKK olmasaydı Kürt ve Kürdistan adına geriye ne kalırdı? Latin Amerika’daki İnkalar, Aztekler, Kuzey Amerika’daki Kızılderililer gibi tarihte kalmış bir kültür olurdu. Aslında durum halen de tam aşılamamıştır. Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’sadece bir kültür kalıntısıdır Kürtler. Çözülmüş kabileler, işlevsel olmayan bir dil,tarikat kırıntıları, aşiret-aile kavgaları. Bunun halen,PKK’nin varlığına rağmen istenen düzeye ışılamamış olmasının nedeni, tarihsel-toplumsal olarak dağılmışlığın derinliğidir. Bir noktadan sonra buna sömürge demeyi de yeterli görmedim. Sömürge ötesi bir durumdur söz konusu olan bir tür çöplük. Çöplük toplumu ve bir mezarlık. Dersim’de halen vadilerde, mağaralarda, derelerde kemikler duruyor. Son gelenek temsilcilerinin mezarları bile nerededir belli değil. Şeyh Sait, Saide Kurdi, Seyid Rıza da dâhil olmak üzere. Bunlar Kürtlerin en güçlü geleneksel önderleriydiler. Soykırımında rol oynayan, Yahudi Komitesi diye tanımlanan Judenräte (Judenrat)’lar vardı. Ve bunlar Alman faşistleriyle iş birliği yapan Yahudilerden oluşmuş gruplardı. İş birliği karşılığında kendilerinin veya ailelerinin ömrünü sadece bir kaç gün uzatarak Yahudileri kandırıp gaz odalarına götürüyorlardı. Naziler soykırım sisteminin işlemesi için bu komitelere ihtiyaç duyuyordu.. Yahudilerden oluşan ve adına Judenrat denilen bu komiteler, Yahudilere sizi banyoya götürüyoruz diyerek kandırıp, gaz odalarına götürüyorlar. Kaç kişinin istendiğine bağlı olarak gideceklerin listesini de bu komiteler hazırlıyorlar. Bu komiteleri faşistler kurmuş. Bu konu üzerine düşünüp baktım ki Kürt gerçekliği de bir Judenrat gerçekliğidir. Sömürgecilik ötesi dediğim bu Kürt gerçekliğidir. İşte en benim diyen aileler, Barzaniler, Bedirxaniler, hatta Şeyh Sait’in geride kalan bazı torunları, Seyid Rıza’nın bazı torunları Judenratlaşmışlardır. Ailelerini kurtarmak için Kürtlüğü imhaya götürüyorlar. Bir kitap bile yazmamışlar. Kendi dedelerinin anısına sahip çıkacak halleri yok. Özgürleşen Kürde düşmanlık yapıyorlar. En son Bitlis’te bir milletvekilliği ve Şırnak’ta bir belediye kayyumu Bedirxaniler’e verildi. Bunlar Judenrat görevleridir. Son dönemde bu tezi geliştirdim ve doğruluğuna inanıyorum. Sömürge Kürt ve Kürdistan yerine bu terimin, çarpıcı gerçekliği daha çok izah edeceği kanısındayım. Bu kavramsal çalışmamın yeni bir boyutudur. Bu boyut,Kürt ve Kürdistan’da olup bitenleri daha çarpıcı ve gerçekçi ifadelere kavuşturabilir. Bununla birlikte Kürtler’de gerçeklikten müthiş bir kaçış var. Unutmayalım, halen bu kaçışı yaşıyorsunuz. Kürtlük olgusu sizde bir kaçış halindedir. Benim Kürtler’e yönelik bir önderlik tarzım var: Bu kaçışlarının ne anlama geldiğini nasıl öğretebilirim, kaçışlarını nasıl durdurabilirim diye uğraştım, uğraşıyorum. Ben hem öğretirim, hem de bu kaçışın bedelini ödetirim. Böyle bir önderlik tarzım var. Sen Kürtlükten kaçamazsın. Kürtlük öyle kaçılacak bir şey değil. İnanılmaz numaralara başvuruyorsunuz. Kırk takla atıyorsunuz. Beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Aynı şeyi devlet için de söyledim: Beni kandıramazsınız diye Ne yaparsanız yapın,karşınızda kandırılacak bir APO yok. Bunu PKK’ye, size elli yıldır söylüyorum. istediğiniz kadar mesihleştirin beni kurtulamazsınız. Elli yıldır Önderlik böyle bir şeydir. Devlet bu masayı niye kurdu? Ve sizleri bu masada neden-nasıl birleştirebildik? Bu ciddi bir buluşmadır. Bir Kürt buluşmasıdır ve devletin Kürt kelimesini bile en ağır şekilde cezalandırdığı bir süreçten geliyoruz. İçinde oldukça çeşitli anlamlar barındırıyor.Nasıl realize edileceği değerlendiriliyor. Buraya nasıl gelindiğini, bunun için nasıl mücadele edildiğini en iyi bilen benim. En değme önder kadrolarımız bile bunu halen anlamaktan uzaktırlar. Bu nedenle yaratıcı olamıyorlar ve önderlik sergileyemiyorlar. Canını veriyor ölümden çekinmiyor, ama gerçeğe de yanaşmak istemiyor. Bunun gerisinde,Kürt gerçekliğinin sömürge bile değil, çöplük karakterinden gelmesi vardır. Afrika da sömürgeleştirilmişti. Ama şimdi hepsi birer ulus-devlet adeta. Latin Amerika da öyle.Ama Kürt gerçekliği böyle bir şey değil. Ne olduğu belli değil. Geleneksel midir,modern midir veya nedir? Bir nevi trajik bir gerçeklik haline gelmiş. Bu da sanıldığı gibi dıştan bir baskı sonucu değil, içsel nedenlerden kaynaklı bir sonuçtur. Bunu deşifre etmede benim geliştirdiğim strateji ve taktiklerin rolü belirleyicidir. Kürdistan coğrafyası, ilk defa Sümerler tarafından Kürtler, Hurriler, Urlar” şeklinde ifade bulmuş. Bu ilk mekânsal tanımdır. Dünyanın hiçbir tarafında ülke tanımı yokken ilk defa Sümerler tarafından burası tanımlanmıştır. Daha sonra Kurdia diye Yunan tarih yazımında geçer. Heredot tarihinin neredeyse yarısı Kürdistan gerçekliğini konu edinmiştir. Yunan toplumu Medler’e özenti halindedir. Ki Medler’i taklit ederler. Demokrasilerini bile buradaki duyarlılıktantürettiler. Orta çağda Arap İslam devrimiyle birlikte Kürt kavramı tamamen yerleşti. Selçuklular da ilk defa Kürdistan kavramını siyasi bir olgu haline getirdiler. Sultan Sencer kendi merkezini Hemedan (Ekbatan) olarak ifade ederken, Ekbetan’ın merkezlik ettiği ülkeye de Kürdistan diyor. Kürdistan bir yönetim biriminin adı olarak ilk defa Sultan Sencer ile anılmaya başlıyor. Türk hakanı Kürdistan’ı inşa ediyor. Buradan vardığım sonuç: Acaba Selçuklu Sultanı Kürt Sultanı değil midir? Merkezi Ekbatan’dadır.Veziri, Nizamülmülk’e git benim ailemi koru diyor.Hatta yenilirsem Hemedan’a çekileceğiz diyor.Malazgirt savaşı da Hemedan’a dayalı yürütülüyor. Yani Alparslan aslında bir Kürt emirliği olarak da savaşıyor. Bu da yeni tarih anlayışının bir ipucudur. Alparslan bir Türk emiri olmaktan çok bir Kürt emiri gibidir. Ailesi Hemedan’da, veziri orada. Peki, bu bilgiler ışığında Selçukluları nasıl değerlendireceğiz? Bu bir Türk emirliği midir, Kürt emirliği midir? Bun araştırmak,tartışmak gerekiyor. Şu anda da Hemedan’da kent nüfusunun yarısı kadarı Türkmen’miş. Tabi şimdi ağırlıklı olarak Kürtleşmişlerdir. Emirliklerden Mervani ve Şeddadiler dikkat çekicidir. Mervaniler Dicle-Fırat arasındaki bölgenin Kürtleşmesini ifade eder. O da İslam’la birlikte gelişiyor. Selçuklular’da bu durum var.Alparslan Mervani emirliğinin silahlı gücünü yanına alıp, Malazgirt’te ortak savaş gücüyle Bizans’a karşı savaşır. Alparslan bir askeri komutandır ve etrafı Kürtler’le doludur. Ahlat da emirliktir. Kürtler o dönem Bizans’la hareket etse Alparslan’ın kazanması mümkün olmazdı. Yüzde yüz Kürt ittifakıyla başarılan bir savaştır bu. 1050-1060’lardan itibaren Kafkasya’nın güneyinde, Şeddadiler ile Selçuklular kesin bir ittifak yapıyorlar. Bizanslılar karşısında ne tek başına Şeddadiler ayakta durabilirdi ne Selçuklular adım atabilirdi. İkisi tarihsel bir ittifak kuruyorlar. Bu tarihsel ittifakın ilk ürünü, Bizans’ın idaresindeki Ermeni Krallığına karşı 1064’te sefer düzenleyip Ani ve Kars’ın alınmasıdır. Bu savaşta Ani Manuçehr’e, Kars ise Tuğrul’a verilir. Kalıntı olarak Ani’de bugün de Manuçehr camisi vardır. Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakı çok önemlidir. Osmanlı’nın Ortadoğu imparatorluğu haline gelmesinde rol oynayan Ridaniye, Mercidabık, Çaldıran savaşları Kürt-OsmanIı ittifakının ürünüdür. Kürtler imparatorluğun da kurucu unsurudur Çelebi Mehmet, babası esir düştükten sonra kaçarken, Beyazıt Paşa onu sırtlayıp Amasya’ya kadar götürmüş. Bu da bir Kürt paşasıymış. Bu belki simgesel bir olaydır. O dönem Amasya’da Şeddadilerin Kutlu şahlar kolu yönetici ailedir. Çelebi Mehmet de Osmanlıyı fetret devrinden çıkartan padişahtır. İstanbul’un alınmasını teşvik eden Molla Gurani, Akşemsettin de Kürt’tür. Son Kurtuluş Savaşı’ndan bahsetmeme bile gerek yok. Mustafa Kemal bu savaşı İzmir’den, Trakya’dan değil de Erzurum, Silvan gibi Kürt coğrafyasından başlatıyor. Kurtuluş Savaşı’nın Kürt-Türk ittifakıyla kazanıldığı inkâra gelmez bir hakikattir. Sonuç; bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyetin asli kurucusu olan Kürtler, Cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra yok sayıldı. Kürt kimliği yasaklandı. Böylece Sümerlerden bu yana varlıkları tarihsel kayıtlarda bulunan Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti le birlikte yok sayılıyor. PKK, bu inkârı büyük bir direnişle boşa çıkardı. Kürt kimliği gerçekliğini tarihsel-toplumsal bakımdan açığa çıkardı ve dosta-düşmana kabul ettirdi. Ama bu inkârın sizde yaşanan sonuçları hala tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum,.Göremiyorum sizde. Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında Devrimci Kültür ve Demokratik kurumlar Demokratik Ulus Kurumları, İnceleme-Araştırma Kurumları, Ve dil Kurumları kesin bir rol oynayacak. Bunların teşekkülü ile başarılacak. Bunlar da kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu anti-kapitalist olmalı. Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalite üzerinden özgürleştirecek ve kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabii ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır .Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı.
PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır.Bu Barış ve Demokratik toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz
6.BÖLÜM : PKK’NİN FESHİ Ve Aileden Ulusa
İlk kuruluşundan itibaren PKK ismin kullanıyorduk. (Kürdistan İşçi Partisi) Ama aslında böyle bir sosyoloji ve böyle bir sosyal olgu yok. Ama ismini Isci Partisi koymuşuz. Reel sosyalizme göre her ulusta böyle bir İşçi Partisi veya Komünist Partisii var. Vietnam ,Arnavutluk, Küba’ya, Rusya ve Çin’e kadar hepsinde Boyle bir işçi ve komünist partileri vardı. Biz de onlardan etkilendik veya özendik. Mâdem biz de bir ulusuz, bizim de böyle bir partimiz olmalı dedik. Reel Sosyalizmde, Ulusların kendi kaderini tayin Hakkı, Ulus Devlet kurma temelliydi. Biz de bu sorunu bu kavramla izah ettik .Parti’nin bir sınıf temeli, bir ülkesi, amacı ve programı ve bir de savaş metodu olur ve dolayisiyla ulusal kurtuluş savaş stratejisi olur dedik. Reel-sosyalist teoride bunlarin hepsi, hazır vardı. Biz bunlardan bu hazırları aldık. Benim tek yaptığım, bu gerçekliği Kürdistan’a uyarlamaktı. Diğerleri de bunu denemek istemişti. DDKO, bir türlü Kürt ismini kullanamıyordu. Ayrıca, 70’Ier ortamında parti kurmak cesaret isterdi. KDP’nin bazı uzantıları vardı. Bizim bunlara bulduğumuz isim ilkel milliyetçiler ve küçük burjuvalar idi. Biz onlar gibi olmayacağız diyorduk. Bu 1970’Ier ortamı, Kürtler açısından iyi anlaşılmak durumundadır. Inkâr ve kaçış ileri boyuttaydı. DDKO da, aslında bir kaçış içindeydi. Sol zaten Kürd’ü hiç ağzına almıyordu. Sosyalizm kurulduktan sonra düşünürüz diyordu. İlkel milliyetçi Kurt örgütlenmeler neredeler belli değildi. Arasan da bulamazdın. Helebir bizim gibi devrimcilere barınacak ortam hiç yoktu. Ikel milliyetçi örgütler zaten yarı aşiret, yarı feodal yapılardı. Onlara gidecek halimiz yoktu. DiğerIeri Kürtlerin adını ağızlarına alamayacak kadar sosyal sovendiler. ben ise 1970’li yıllarda tarihsel bir dönüşüm yapmak istiyordum. 1969’da sosyalizmin alfabesini okudum Ve Muhammed kaybetti, Marks kazandı. Ama henüz grup kurma, sola veya milliyetçiliğe kayma durumunda değilidim. Sadece 1970’Ierin dünyasına giriş yapabileceğim kadar donanımım vardı. İki tarafla da ilgileniyordum. Ama ortam inkârla örülmüştü. Adını bile söylesen, her şeyi kaybettin demektir. Birde o yıllarda memur olduğumu da düşünürsek. Amed’te bir yıl geçirmişim. Etkilenmişim ama henüz Kürt hareketine bulaşma düzeyinde değilim. Sadece, ileride belki kullanabiliriz diye biraz para bulabildim. İstanbul’da derneklere giderek ilk hamlemi yaptım. Kürt kavramını kullanayım dedim ve kullandım. Dikkat edilirse o yıllar inkar ve kaçıştan başka bir şey yok. Devlet her şeye hâkim. Güney Kürdistan’dan umut edeceğim hiç bir şey yoktu. Ve doğu Kürdistan’da benzer çaresiz durumu yaşıyor. Bir adım atmak istiyordum. Ben Mahir Çayan’ın konuşmacı olduğu bir toplantıda, ilk defa bulunmuştum. Mahir, Kürt sorunu vardır. Kürt halkının devlet kurma hakkı dâhil, her hakka sahiptirler diyordu. Biz, burjuva kuyrukcusu bazı sol cevrelerden farklı ve devrimci tarzda yaklaşım sergilemeliyiz diyordu. Onu dinledikten sonra, devrimci dediğin böyle olur dedim. O zaman onun bu cesur tavrı, bende derin bir iz bırakmıştı. Zaten o yllarda kendisine sempatim de böyle gelişmiştiti. Yıl 1970’in sonu ve 1971’in başıydı. İstanbul’dan Ankara’ya geldim ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giriş yaptım. Hukuk Fakültesi’nden Siyasala geçtim . Siyasal Bilgileri tercih etmemin sebebi siyasete duyduğum ilgiydi. Siyasal’a girdiğim yıl 12 Mart 1971’de, Mahirler, Deniz ierin idamini engellemek icin İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırma eylemini gerçekleştirdiler. Deniz onun örgütünden olmadığı halde Mahir eylem yaparak idamı durdurmak istiyordu. 30 Mart’ta Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de şehit olunca biz de üniversitede eylem yaptık. Bunun üzerine tutuklandım. Büyük ihtimalle o tutuklama beni biraz daha devrimci gerçeklikle tanıştırdı. Tahliye olduktan sonra, Kürdistan sömürgedir kavramıyla başladım. Ilk örgütlediğim arkadaşlardan biri olan Muşlu İsmail Bingöl isimli bir arkadaşla beraber bir evde kalıyorduk. Bende sömürgecilik fikri giderek olgunlaşıyordu.Bu Kürt meselesine kendimi oldukça yoğunlaştırdım. Haki arkadaşla Ankara Bahcelievlerde ayni evde kalıyorduk. Bende Kürdistan sömürgedir tezi giderek netleşmiş ve son raddeye gelmişti. Biraz okumuştum ve birazda tecrübe kazanmıştım. Ben kendi kendime, bu düşünceyle yola çıkacağım dIyordum. DDKO’ya üye oldum. DDKO’nun son kongresiydi ve ben orda İlk kez bir konuşma yapmiştim.. O konuşmamda doğu değil, Kürt Kurdistan diyelim artık dediğim için şüphe ile karşılanmıştım. Çünkü o zaman bu yasak ve tehlikeli kelimeyi ancak provokatörler kullanabilirdi. Ama ben bu kavramı kullandım. DDKO’nun kongresine Hikmet Kıvılcımlı da bir mesaj göndermişti. Mesajında Mezopotamya’nın kahraman evlatları diyordu. Bu kavramı da dikkate alarak sömürge Kürdistan tanımlamasını net bir sekilde yaptım. Herkes,Doğu Anadolu’nun Düzeni filan derken ben açık bir isimlendirme yaptım. O zaman Hâkî arkadaş ve Kemal arkadaşla can kardesi gibi çok samimiydik. Yine o zaman bizimle ayni evde kalan Dersimli Ibrahimiin kulağına eğilerek, Kürdistan sömürgedir dedim. Adeta baygın düştüm. Haki arkadaş Karadenizli olduğu için önce ona söylemedim. İbrahim Dersimli olduğu için onu tercih ettim. Bendeki gizlilik anlayışı o zaman biraz böyle tuhaftı. Başkaları duyarsa her şey biterdi. O nedenle adeta kulaklarına üflemiştim. Beş yıl boyunca hiçbir yazılı belge tutmadan sadece sözlü söylemle yetiniyorduk. Ben burada MİT yetkilisinede, siz beni o zamanlar hangi tarihten itibaren izlemeye başladınız diye sordum. Verdiği cevap; 1977’den itibaren biz seni izlemeye başlamıştık oldu. Bu durumda tam beş yıl devlet bizim bir grup kurma amaçlı çalışmalarımızı öngörememişti. Ben yaşamımın bütün kritik evrelerinde öngörülemeyen ve daha çok sezgi yoluyla düşünerek adımlar atarak hareket ediyordum. Burada da bu sezgilerim bana tam beş yıl kazandırmisti. Biz başlangıçta dergi çıkartsaydık ve yazılı belge bıraksaydık, erkenden tasfiye olurduk. Bu nedenle yontem meselesi çok onemlidir. Karanlık bir yerdesin; adımı doğru atacaksınız. Atacağınız adımı siz belirleyeceksiniz. Çıkarılacak çarpıcı sonuç budur. Buna göre düşünmeniz lazımdır. Attığınız adımları ortamla buluşturmamanız, en temel yetersizliğinizdir. Burada bahsedilen illegalite degildir. Doğru yürüme, doğru bir doku büyümesidir. Bu ise bir tohumun önce fide haline gelmesi, sonra yeşermesi gibidir. Kuluçkaya yatırılmadan doğurtamazsınız. Sizdeki tarz, benim tarzım gibi doğurtma değil, çürütmedir. Bir tasarı ve proje varsa olgunlaştıracaksınız önce onu. Proje üretilmeli ve proje hafızaya geçirilerekcek önce fidelikte büyütülmeli. Ben bir zaman, bizim köylülerden birisine Kürtlerden, Kürdistan’dan bahsederken o bana kuru tahta yeşermez. Biz kuru tahta olmuşuz ve sen bunu yeşertmeye calisiyorsun, yeşertemezsin demişti. Kendince beni uyarmak amacıyla, Kürtler dediğin kuru bir tahtadır sen bu tahtayı yeşertemezsin diyordu. Nitekim PKK yi Fis köyünde ilan etmek için toplandığımızda acaba gençlik örgütü mü olsun, parti mi olsun diye tartışıyorduk. Ben 1975’te Ankara’da ADYÖD Başkanı seçildiğimde orada Kürt-Türk ayrımı yoktu. Ben Dev Genç adayıydım. Benim rakibim ise Taner Akçam’dı. Galiba benim fedakârlığım öğrencilerde karşılık bulmuştuki, beni tercih etmişlerdi. Bir de ben Siyasal Bilgiler Fakültesi adayıydım. Taner Akcam ise Ortadoğu Teknik Üniversitesini adayıydı ve dolayısı kazanan ben oldum. Kemal ve Haki Karaer ardaşlarla dostluğumuz da o zaman başlamistı. Küçük bir sol grup olmuştuk. Doğruluğumuza emindik. Grubumuzun yaklaşık beş yıllık bir tarihi vardı. ADYÖD Başkanı olduğum için her kes beni Dev-Gençli biliyordu. Ayrı grup olduğum hiç kimsenin aklına gelmemişti. Oysa ben bir gruptum. Grubumuz 1973’te Çubuk Barajı toplantısı ile kuruluyor. Bu toplantı gurubumuzun ilk teşekkülüydü. Orada hiçbir yazılı belge olmaması konusunda tedbir almışım. O günkü tedbirim kalem- defter olmamasını sağlamaktı. Ben o gün arkadaşlara, bugün Newroz, Haydi Çubuk Barajı’na gidelim dedim. Kimse bu toplantının yapılacağını ve bu toplantıyı bir gurup kurma amaçlı yapacağımızı bilmiyordu. Bu da bir tedbirdi. Ve Çubuk Barajı’nda buluşup toplantı yaptıktan sonra büyük bir grup olduk arkadaşlar dedim. Yazılı belge olmadığı için hiç kimse grup olduğumuzu ispat edemezdi. Hiç kimse sen Kürt grubu kurmuşsun diyemezdi. Çünkü ispatı yoktu. PKK, Fis köyde ilan edilirken gençlik örgütümü yoksa parti mi olsun diye tartışıyorduk. Sonuçta partide karar kıldık. Daha somut hale geliyoruz ve artık aleniyete çıkalım diyoruz. Kürdistan’ın Amed gibi bir merkezi ve Lice gibi kırsal olan bir yerinde kongre yapıyoruz. Taslağı hazırlamıştım. Program oluşturuyoruz. Tabii bu arada Hâkî arkadaş şehit düşmüştü. Ve onun anısına parti kurarak cevap olmamızın gerekliliğini düşünüyorum. İşte bu ihtiyaç da bende bir cevap üretmeyi zorunlu kılıyor. Bu cevap ilanını yapacağımız parti program taslağıydı. 1975 Nisanı’nda taslağı yazdırdım. Onu da iyi hatırlıyorum. Çünkü taslak çok önemliydi. Cebeci semtinde gruba kazandırdığım Hayri Durmuş arkadaşa, ben söylüyordum o da yazıya geçiriyordu. O taslak büyük önem taşıyan bir taslaktı. Aynen bugünkü gibiydi. O taslağımız ise aynı zamanda temel eğitim aracımız oluyordu. Dergi- gazete ihtiyacımızı o taslak karşılıyordu. O tarihte elli alanda toplantılar yaptım. Hepsi o taslakta yer alan temel düşüncelerdi. Ve 1978 Kasım’ında hızlı bir kararla parti olma kararı verdik. PKK ismi önceden hazırlanmıştı. Bütün arkadaşları Fis Köyü’nde topladıktan sonra, bakın, şöyle bir taslak- program var, hepiniz okuyun ve karar verin. Parti ismi üzerinde duralım dedim. Şu isim bu isim derken, Kürdistan İşçi Parti olsun dedik.Bu Vietnam’dan etkilenmeydi. O yillar crok katı bir inkar vardı. Dolayısı ile partileşme, somutlaşma amaçlı çok önemli ve hayati ihtiyaçtı
2- PKK, İNKÂRCILIĞA KARŞI KÜRTLÜĞÜ DİRİLTME VE KESİNLEŞTİRME HAREKETİDİR
Proto Kürt Tarihi bana göre yerinde bir tanımlamadır. Hakeza örtülü Kürt tarihi dönemi de öyledir. Bu da orta çağı ifade ediyor. Moderniteyle birlikte yok oluş tarihine, inkâr tarihine giriş vardır. Cöküş bayağı hızlanmış. Kabile- Aşiret belki Kürtlüğü biraz yaşatıyordu. Fakat Kurmanc biçimindeki dağılma da hız kazanmıştı.Ve ben de bir Kurmanc oluyorum. Sanırım Kurmanclaşma olayını biraz iyi anlamamız gerekiyor. Benim çıkışım Kurmanc’a dayanıyor. Ne bir aşiret, ne bir mezhep, ne zengin bir aile ile ilgim yok. Zor-bela ayakta kalmaya çalışan Kurmanc bir aileden geliyorum.Temelim budur. Benim icinden geldiğim bu aileye sosyal birim denilir mi bilmiyorum. Sınıf ve toplum olmadığı cok açıktır. Aşiret olmadığı da açıktır. Aile tamamen kendi içinde dağılmış. Aşiretimiz güya Berazi ama adı var kendi yoktur. Herhangi bir aşiret ve kabile ilkesi, kuralı yoktur. Kabilenin eski bir ailesi olsa bile en çökmüş halidir. Aile ise Kadın ana üzerinden Kürt olmayan bir gelenekten geliyor. Nene Kürtçe konuşmayan Erehê (Arûhê) köyündendir. Ana NIinemin kızı Üveyş’tir. Ama Kürtleşmişler. Kişilik çözümlememde, bende ulusallık yok olmuştur. Klan-kabile kültürü de yok. Böyle bir kabile çocuğu değilim. Malbati desek, aslında o da çökmüş; ismi var kendisi yoktur. Türk-Kürt hususu hiçbir şey ifade etmiyordu. Köyün bana vereceği herhangi bir değer yoktu. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir köy. Bir sosyal gerçekliği de yok. Kabile ve aşiret köyü degil ve kendi kendini unutmuş köy. Buradan neyi buldum ve beni ne ortaya çıkardı bilmiyorum. Neticede PKK tamamen şahsi irademle gerçekleşiyor. Ben de bunu bu gune kadar hep yürütüyorum.. Burada bir sosyal temel aramak zor. Dine ilişkin arayışlarım da vardı ve pek çok dua da ezberlemişim. köyün gelenekleri var ancak bunlar benim hiç ilgilenmediğim hususlardır. Ailede, baba diyor beni bu kadından kurtar, Ana diyor beni bu adamdan kurtar. İkisi de büyük bir problem. Okulda biraz tablo değişiyor ve ürtlük ilk defa sorun olarak öne çıkıyor. Okuyorum, memur olacağım ama Kürtlük engel olabilir mi diye düşünmüyor da değilim. Buna karşı biraz hazırlıklıyım ve okulda iyi derece alıyorum. Bu da biraz yükseliş imkânı yaratıyor. Ama asimilasyon da beni ben olmaktan çıkaracak bir şeydir. Liseden sonra Ankara’nın göbeğinde okuyorum. Orası da asimilasyon kültürünü derinleştirecek gibidir.1970’Ierin devrimci ortamı olmasaydı, bizim çıkış yapma durumumuz olmayabilirdi. Bizim komşu köyden Dev- Gençli birisi vardı ve galiba o biraz beni etkiledi ve büyük ihtimalle onun etkisiyle sola çark ettim. Fakat bunlar beni örgüt kuracak düzeyde etkileyen hususlar değildi. Diyarbakır dan sonra İstanbul ve Ankara’ya geldim. Ankara da, Dev-Genç’e ilgim oluştu. Demek ki 68 gençlik hareketi olmasa, kim bilir belki ben de olmazdım. Tabii 1968 kuşağı beni ben yapan en önemli hususlardandır. Ben 2013’te HDP kurulurken “Mahir’in,Deniz’in mirasını devrediyorum size demiştim. Bu miras bayrağıni hep yükseklerde tutun diyerek devretmiştim. Ve bu benim tam kırk yıl boyunca taşıdığım bir mirastı. Türk Solu’nu HDP’ye katmam da biraz bu mirasla bağlantılıydı. Daha 1980’Ierde kurduğumuz Faşizme Karşı direniş Cephesi’ne Teslim Töre’de katılmıştı. O zaman Dev-Yol ve lideri Taner Akçam da vardı. Evet bunlar liderlerdi. Ama sonrasında Avrupa’ya ciktilar. Beni de çekmek istedilerse de ben red ettim ve kalmaktan yana karar seçenekte karar verdim. Evet, 1970’Ierdeki grup aşaması ve sola açılmamızın nedeni , Dev- Genç’in ve Mahir Cayan in o yıllardaki çıkış pratiğidir. Ve benim de buna yanıtım, 72-73’te gruplaşmaya geçmem oldu. Burada Mahir’in anısı önemlidir. Bu şehadetlerin anısına, biz var olan bu kurt turk birlikteliğni gruba da taşıyoruz. Kemal Pir ve Hâkî Karer arkadaşlar da grubumuzdadır. Böylece bir Kürt-Türk birlikteliği olarak grubu kuruyoruz. Bu grupla 1978’de partileşme adımını attık. Benim buradaki derdim şuydu: Biir adım da olsa PKK doğsun dedim. Ve fideliği ektik. Halen hatırlıyorum; Fis Köyü’nün çevresinde dolaşıyorum. Biz fideliğimizi ektik, büyür artık diyorum. Ben yaşayacak mıyım, yaşamayacak mıyım, hiç umurumda değildi. 1973 Newrozu’nda Çubuk Barajı’nda bir tohum ektik; O 78’de o fide oldu, Artık büyümesi lazım dedik. Simdi de PKK’nin yaşadığı çıkmaz halinden kurtulduğum için psikolojik olarak çok büyük hafifledim. 0 onlarca yıllık savaş sonrasında kaçınci işbirlikçilgin tarihe gömüldugu gibi simdi burada da reel-sosyalizm ve burjuva ilişkisi tarihe gömülüyor. Burada, PKK’nin neden,nasıl doğduğuna ilişkin değerlendirmeler biraz öğretici olur. PKK ve İnkâra uğramış bir halk. ben, Kürt adını takarak ve PKK diyerek, hem Kürtlere ad veriyorum, hem de parti kuruyorum. bu ise Reel sosyalist bir Kurt partisi. Ben bir sosyalistim. Yani Kürt kimliğinde, hem varlık, hem özgürlük iç içedir. Mücadele neticesinde bu varlık kazanılıyor. Ancak sosyalizm yani özgürlük kazanmıyor. Kazanmaması da yine reel sosyalizmin iç özelliklerinin etkisiyle çökmesi ile bağlantılıdır. Çükü, Rusya,da Çin’de de çöktü. Ve digerleride ardısıra .
Burada çok önemli olan tamamen inkâra uğramış bir Kürtlük olayı söz konusudur. Ben böyle bir tabloyu kendimde çizdim. Gerekirse daha geliştirebilirsiniz.Hem sosyalist parti, hem devrimci parti hem Kürdistan partisi. İnkâra karşı varlığı bu ontolojiye dayandırıyorum. Antropolojiye dayandırıyorum ve sosyolojiye dayandırıyorum. PKK ve Kürtler olayında, kurmanc Kürtler’i esas aldık. Bu çok önemlidir. Bunu biraz anlatmam gerekiyor. Ontolojik, antropolojik ve sosyolojik bir temel var. PKK’nin ilanı bunu kapsıyor. Varlığı kesinleştirdik. Kürtler vardır ve varlığı kesindir. Bu, PKK’nin zafer başarısıdır. Antropolojik kazanımıdır, ontolojik kazanımıdır. Ancak daha sosyolojik kazanım olmadı; Yani özgürlük kazanımı olmadı. Çünkü reel-sosyalizmle bu olmuyor. Olmadığı için de iç nedenlerle reel sosyalizmde çöküş oldu. PKK de bu savaşla varlığı kazandı.
Burada bütün Kürtler kadın üzerinde kaybederken, bende tam tersine varlık kazanmıştır. Ben tekrar Mem u Zin ve Derweş u Edule hikâyesine geleceğim. Aslında burada bir sosyolojik olay var. Bu sosyoloji bilinmiyor. Bu Ölüm sosyolojisi dir. Ben sosyolojiyi canlandırmadan, Kürt inkârı dirilemez,Kürt yuvası sağlığına kavuşamaz. Herhangi bir romanda bu işlenmemiştir. Öyle bir roman yoktur. Herhangi bir sosyoloji kitabında da okuyamazsınız. Orada da yoktur. Bu sadece Kürtler’e mahsustur. Yahudilik’te soykırım benzersizdir. Bunun başka bir örneği başka bir halkta yok denilir. Nasıl ki onun başka bir örneği yoksa , bu Kürt sosyolojisi de tekildir. Hiçbir kitapta karşılığı yoktur. Onu benim çözmem gerekiyordu. Bu PKK önderliği denen kurum, bunu çözmeden asla gerçekleşemezdi. Bu kördüğüm PKK’nin de aşamadığı kördüğümdür. Çabalıyorsunuz ama çözemiyorsunuz; yaşadığınız kördüğüm noktası burasıdır. Ama bunun çözülmesi gereklidir. Önderlik gerçeği budur. Bunu iliklerinize kadar yaşamadan başarmanız mümkün değildir. Zihinlerde, hafızalarda böyle bir şey yoktur. Yaşanmadığı için anlaşılamıyor. Ben de diyorum ki bütün Kürt antropolojisi ve ontolojisi tarihi, hatta kültürel gelişmeler, bu nedenle ihanete uğramıştır. Bu çelişkiden ötürü Kürtlük Kürtlük olmaktan çıkmış, kadavra, çöplük, yaralı-bereli hale gelmiştir.1970’Iere doğru geldiğimizde inkâr mutlak hâkimdir. Ben bunu deldim diyorum. Destan mı dersiniz, Teori mi dersiniz, Sosyalizm mi dersiniz, Yurtseverlik mi dersiniz; ne deseniz deyin,bununla uğraşmışım. Bir gerçekleştirme yaptım. PKK bu zıtlıklara rağmen, bu olumsuzluklara rağmen büyük bir harekettir. İnkârdan varlığa çıkış yaptıran tarihi bir iş yapmıştır.
Deniliyor ya Kürt vardı ve müthiş önderlerin de vardı. Evet vardı ama iki ayda çöküyor. Bıraktığı miras ise daha da çökerticidir. insan düşünmeden edemiyor, acaba direnmeselerdi bu kadar tahribat olur muydu diye? Belki de bu tarz direnmeselerdi biraz Kürtlük kalırdı. Her direniş ve peşinden gelen her yenilgi, bir parçayı daha yok ediyor. Sonuçta Kürt diye bir şey kalmıyor. İstediğiniz kadar mirlik tarihini, aşiret tarihini inceleyin. Bahsettiğim sonuca ulaşmanız kaçınılmazdır. Bu sizin tarihiniz. Eğer tarihimiz ve toplumsal varlığımız vardır diyorsanız, işte sizin tarihiniz. Ben bununla savaşmışım ve hep bir yol aradım. Ve sonuçta bir yol buldum .Siz de bir yol bulun demiyorum. Çünkü bu benim tekil olarak başardığım bir husustur. Beni ben yapan da budur. Siz bu yolda yürüyemiyorsunuz. Yolu açmışım, yine de yürüyemiyorsunuz. Meselenin özü budur.Neden? Çünkü yolda yürüyecek ne zihin ne de ayak var. Bu da bir çelişki. Hepinizin tereddütü budur.Ama yürümek,eşiği atlamak gerekiyor.Kaçmamak gerekiyor. Bütün ömrümü bu kızlara,bu erkeklere verdim Hepsi de bana diş biliyor. Bizi bu yolda yürüteceksiniz ha!” dediğinizi iyi anlıyorum. Bunların arkasında ihanet tarihi var, Kürtlükten kaçış tarihi var. Hiç bunların farkında değilsiniz. Oysa gerçek Kürt tarihi budur. Benim gibi bir Allah’ın delisi köyün delisi ancak bununla uğraşır. Başkaları bunu aklından bile geçirmez. Böyle bir yol denemesinin yanından bile geçmez. Ben girdim. Delice mi dersiniz, dâhice mi; başka çaresi yok mu dersiniz; tesadüfler de diyebilirsiniz; farklı bir kişilik de diyebilirsiniz. Bu yol böyle bir yoldur.Fatma ile on yılı böyle yaşadım. Yazarsam iki roman çıkar. İşte grubun en değme üç tane baş yardımcımın çözümleri öldürmek. Öldürseydik ne olurdu? Grup belki de o zaman biterdi. Olumsuz olan herkesi öldürelim! demek çözüm değildir. Bunun da yol olmadığı zaten tarihinkendisinden bellidir. Öldürdüler.Biizi mahveden de o öldürme biçimleridir. Kovalım! kovmakla da olmuyor. Tonlarcasını kovduk, daha da güçlendiler. Sonuçta PKK’nin varlık savaşı, bu savaşla mümkün oldu. Reel sosyalimle özgürlük sağlanamadı. Özgürlüğün sağlanamaması, reel-sosyalizmle ilgili bir husustur.
3-PKK VE MODERNİTE
PKK’nin çıkış yaparken dayandığı sosyal temel Kurmanclar’dır. Kurmanc, aşiret, sınıf, aristokrasi, burjuvazi, küçük-burjuva değildir. PKK, darmadağın edilmiş ve çökmüş bir Kurmanc ailesinin içinden çıkmış 0lan birisinin teşebbüs ettiği bir harekettir. Giderek bu Kurmanc’ı esas aldık ve kabilelerde, aşiretlerde değil, kent varoşlarında geliştik. Irgatlar içinde ve metropollerdeki göç kitlesinin içinde geliştik. Daha sonraları aşiretlerde geliştik. 1990’Iarda güç haline gelince aşiretlerin içinde de karşılık bulduk. Bu güneşin gezegenleri çekmesi gibi tarif edilebilir. PKK modern bir hareket midir ve kadar moderndir? Reel-sosyalizm çizgisi kesin olarak bizim modern karakterli bir hareket olduğumuzu gösteriyor. Tüm temel kavramlarımız reel sosyalistti. Modern Fakat içi proto-Kürt, Örtülü Kürt ve İnkâr Kürdüydu. Ne kadar tarihsel aşamadaki Kürtler varsa hepsi içindedir. Yani Nuh’u Nebi’den kalma bütün Kürtler PKK’nin içindedir. Ve bu da ayrıca bir ic savaşa yol açıyor. Özü itibariyle PKK’nin iç savaşı budur. Bunu biraz daha açma gereği duyuyorum. PKK’deki iç çatışmanın basit bir çatışma olmadığı anlaşılıyor. Şemdinler, Botanlar gibi kişiliklerin şahsında yaşananlar, Kesire’den Doktor Ali’ye kadar böyle yüzlerce örnek vardır. Kürt sosyolojisi ve kürt toplumu ve adına ne derseniz deyin, varlığındaki tüm hastalıklar PKK’ye de taşınmıştır. İnkârcılık da buna dâhildir. Bunun büyük boğuşmasını yaşamışız. Bu boğuşmadan da sağ çıkmışız. Dışarıdaki bütün hesaplaşmayı içe aldık. Çin tarihinde de vardır. Mao da, Çin tarihinde ne kadar çelişki varsa hepsi Komünist Parti’ye taşırılmıştır diyor. bundandırki ,Mao bu savaş yüzyıllarca sürer demişti. Mao’nun bu tespiti doğru ve katılıyorum .Reel-sosyalizmden çıkarılması gereken bir sonuç da sınıf savaşının bitmediği gerçeğidir. Biz onu Kürt somutuna ve tarihine aldık. Ve bunun bizde çok şiddetli, çok alçakça ve ihanet biçimlerine kadar her türlüsü denenerek gerçekleşti. Sonuçta, PKK’yi feshetme noktasına geldik. Bunun adı başarısızlık değil başarıdır. Bu fesih olayına bir isim konulabilir. Ben buna Miadını doldurma diyorum. Çünkü bunda ısrar edersek, bu çıkmaz bizi daha çok boğabilir. Kazandığımız bir şeyler varsa, onları da kaybedebiliriz.Bu çok önemli bir tespittir.Miadını doldurmuş şeyde ısrar etmek,kazanılanı kaybettirebilir. 1990’Iarın ortalarında noktayı koymamız gerekiyordu. Modernite ilişkisi de böyledir. Biz kapitalist modernite ile savaştık, İnkâr tarzı ile savaştık. Varlığımızı kazandık. Bu anlamda bu büyük bir kazanımdır. Bu araçla bundan fazlası da kazanılamaz. Bu da çok nettir. Buna ister fesih diyelim, ister miadını doldurmuş diyelim, hiç bir şey kaybetmiyoruz Tersine bir yükten kurtuluyoruz. Bu yük boşuna kan akıtıyor, boşuna moral tüketiyor ve alan kaybettiriyor. Tıpkı Mao’nun Kültür Devrimi ile yaptığı gibi var olanı bitirmek ve kapitalizme teslim etmek olur. Devam edersek, Mao nun ülkesindeki o son, bizi de bekliyor. Bunun için PKK’nin feshi önemlidir.
4-PKK’NİN KAZANIMLARI
PKK’nin Kürt varlığını kazanmada temel rol oynadığını izah ettim. Evet, Kürt vardır dedirtti. Bunlar ise PKK’nin sayesinde başarıldı. Modern çağda Kürtler’in varlığının kanıtlanması da, gerçekleştirilmesi de, inşa edilmesi de PKK’nin mücadelesi sayesinde olmuştur. Butun bunlar PKK’nin en tarihi kazanımıdır. Bunu başardı ve başarıya da imzasını attı. PKK bunun için artık tarihe mal olmuştur. PKK, modern çağdaki Kürt inkârını yerle bir eden örgüttür. PKK’de Kürt varlığı tarihi anlamını buldu. PKK’nin tarihi, Kürt varlığının kanıtlanmasının ve inşa edilmesinin tarihidir. Anlamı budur. Başka bir anlam asla çıkarılamaz. Ne kadar özdeşlik kurdu? Yani Kürt eşittir PKK oldu mu? O da anlamlıdır ve başarılı bir özdeşlik ilişkisi kurulmuştur. Varlık bilinci edinilmiş ve kazanılmıştır. Bu doğruluk modern Kürt tarihini ve bilincini doğurabildi mi? Evet, bu bilinci de bu tarihi de doğurdu. Zaten PKK’nin tarihi mirası, Kürt varlığının kazanılmasıdır. Kendi tarihinde derinleşerek halkin tarihinde bu biçimde yeralması ise ayrıca çok büyük önemlidir. PKK tarihi, bir varlık olarak Kürt tarihinde en anlamlı yeri tutmuştur. Hem inkâra, asimilasyona, yok edilmeye, hem de soykırıma, kırıma karşı kazanılmış bir varlık tarihidir. PKK ömrünü tamamladığı için feshedilmek durumundadır. Ben de buna kani oldum. Bu gereklilik hem reel-sosyalizm gerçekliği, hem de Kürdistan’daki inkârcılık ve kırımcılığın aşılması gereğidir.
Devlet sosyalizmi odaklı paradigmanın iflası ve çöküşü, olduğu gibi PKK’de de karşılığını buluyor. Demek ki PKK’nin dayandığı bu reel ulus devletçi sosyalizm temeli, doğru bir sosyalist ilke değil. İdeolojik temelleri çöküşe yol açtığı için bırakmak zorundayız. Bunun ise anlaşılmayan bir yanı yoktur. PKK Kürt kimliğini ispatlama savaşını verdi, varlığı kanıtladı. Aslında ağırlıklı olarak bu yapılabildi. Özgürlüğü sağlayabilir miydi? Hayır. Çünkü reel sosyalizm, özgürlüğü sağlayacak bir sosyalizm değildir. PKK de bir reel-sosyalist örgüt olduğu için doğal olarak özgürlüğü sağlayamaz. Bunu sağlayamadığı da ortaya çıktı. Ama kimliği sağlayabilir mi? Evet, sağlayabildi. Bu da onun pozitif tarihe katkısıdır. Bu nedenle artık PKK’nin hem içerik hem biçim olarak aşılmasında hiçbir sakınca yoktur. Hatta daha önce ‘90’Iarda bunun sağlanması gerekirdi, fakat yapılamadı. Geç oldu, ama bugün oldu. Ben bunda herhangi bir sorun görmüyorum. Bazıları PKK’nin aşılmasını sevinçle karşılayarak adeta havaya uçuyorlar. Bu sevinç boş bir hayal ve kuruntudan ibarettir. Silahlı mücadele dediğimiz olayı da ben sıfırdan başlattım. Kürtler’i buna en başında ben bulaştırdım. Bunu da inkâr etmiyorum. Bunun da nedenleri vardi. Böyle bir temel yöntem, çıkış döneminde genelde vardı. Ulus devlet amaçlı bir stratejiye dayalı ulusal kurtuluş mücadelesi, hâkim yöndü. Aslında bu stratejide silahlı kurtuluş da var. Yeni dönemde ulus devleti terk etme, silahlı ulusal kurtuluş savaşının terkini de beraberinde getirir. Çünkü ulus devlet temelli parti programı bir açmazı yaşıyor. Bunun temel yöntemi olan ulusal kurtuluş savaşı veya silahlı mücadele de aşılmak zorunda. Amaç-araç birlikteliğinde amaç terk edilince, aracı da terk etmek zorundasın. Dolayısıyla bu aracı terk ediyoruz.Kavram olarak “parti” bir soru işaretidir. Kaldı ki parti sınıfsal bir kavramdır, sınıfın iktidara taşınması için inşa edilmiştir. Yani iktidarla sınıf arasındaki köprüdür. Şimdi bu kavramı derinleştirmeye, eskisi kadar taraftar değilim. Parti sınıfsal bir olay ve sınıfı derinleştiriyor.Dolayısıyla bu sınıf-parti anlayışından vazgeçeceğiz. Tabii ki hem geçmişin eleştirisi kapsamında hem de önümüzdeki döneme ilişkin perspektif çizerken yeni bir parti kuralım diye bir önerim olmayacak. Parti yerine başka bir şey düşünmek gerekir. Partiyi, toplumu sınıfsal temelde zorlayan, baskı aracı olarak çıkmazı derinleştiren (hatta bana göre sosyalizmdeki o boşa çıkarılış bu parti anlayışıyla bağlantılıdır) olgu olarak ele almamız gerekiyor. Parti aracı sosyalizmin çözülüşünün temel nedenidir. Bu konuda sanırım Gramsci’nin, Negri’nin de bazı düşünceleri var. Başkalarının da bu yönlü düşünceleri var.Fakat onlar bir çözüm geliştiremiyorlar.Sınıf temelli partiyi hem eleştireceğiz hem de yerine neyin konulacağını tartışacağız. Frankfurt Okulu’ndan birinin söylediği gibi sınıfa elveda demek boş bir söz değildir. Sınıf temelli örgüt anlayışı, reel-sosyalizmin çözülüşü ve başarısızlığındaki en önemli etkenlerden birisidir. Marksizm’in önemli sorunsalıdır. Problem, marksizm’in sınıf kavramında Sadece parti kavramı değil, sınıf kavramı teorik olarak da problemlidir. Zaten sanayi proletaryası en çok da faşizme yaradı. Hitler, Alman işçi sınıfını en çok kullanandı. Bu işçi sınıfı, sosyalizmden çok faşizme taban teşkil etti. Halen Yeni Sağ bu işçilere dayanıyor. Öyle burjuvaya filan dayanmıyor. En çok da bunlar Yeni Sağ’ı destekliyorlar. Bunu iyi çözmek gerekiyor. Hata nerede? Kaldı ki Türkiye’de de proletaryayı ençok burjuva partileri ve AKP örgütledi. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin neredeyse hiçbir oyu yok. Bunların hepsine propaganda deyip geçemeyiz. Sınıf örgütü niye hiç bir yerde gelişmiyorve gelişmedi.? Almanya’da gelişti denebilinir. Ama o da bir burjuva partisiydi.Işçi sınıfının partisi değildi. Bolşeviklerde de öyle. Küçük bir elit grup götürdü. İşçi partisi olamadı. Bu Marksist olguyu tamamen gözden geçireceğimiz açıktır. Marksizm ve sınıf kavramı aşılacaktır.
Ben reel-sosyalizmdeki parti uygulamasına proto-devlet dedim. Parti bir proto-devlet organizasyonu oluyor. Üç yüz yıldır böyle gelişti. Bunun eleştirisi gerekiyor. Reel-sosyalizmin hepsi, 1848’deki deneme, 1871’deki Paris Komünü, I.Dünya Savaşı’nın içinde ortaya çıkan Rus Devrimi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Çin Devrimi, sonrasında Vietnam Devrimi hepsi savaş temellidir. Hepsi de kapitalist sistemi geliştirdi. Ne kadar zora dayalı sosyalizm zaferi ilan edildiyse, hepsi de kapitalizmi doğurdu.En başta Çin. Büyük bir savaş kazandı. Ama şu anda en ileri kapitalist ülkedir. Çin’i kimse dışarıdan kapitalizme çekmedi. Bizzat Komünist Parti öncülük etti. Halen de bunu sürdürüyor.
Bunlar tesadüf olamaz. Ama bunun bir alternatifi var. Ulus-devlet sosyalizmi yerine demokratik toplum sosyalizmine geçiş yapıyoruz. Bu bir program. Demokratik Toplum Sosyalizmi programı. Peki, bunun stratejisi ve temel taktiği ne olacak? Açık ki Ulusal kurtuluş savaşı ile olmayacak. Onun yerine koyacağımız bu yeni program, Demokratik Toplum ve Demokratik Sosyalizm programıdır.Ulusal kurtuluş savaş stratejisini bıraktık. Onun yerine Demokratik Siyaset Stratejisi’ni koyacağız. Demokratik siyaset bir stratejidir, olmazsa olmazdır. Demokratik toplumun, demokratik siyaset stratejisi ile bağlantısı olacak. İster anayasa,olsun, ister yasalarda, nerelerde ne gerekiyorsa ifade kazandırılacak. Taktik, strateji ile çok bağlantılıdır. Bu stratejinin bir de taktiği olacak. Hangi araçlarla gerçekleşecek? Onu gerçekleştirecek olan hukuktur. Strateji demokratik siyaset olunca onun taktiği de hukuk olacak . Bu, şu anlama geliyor: PKK mirasından geriye kalan ne varsa, bu yeni demokratik siyaset stratejisi altında hukuki nitelik kazanacak. Devletlerle yürütülecek müzakere sonucunda anti demokratik yasalar kalkacak. Hukuki reformlar gerçekleşecek. Yıllara yayılmadan makul bir süre içinde gerçekleşmelidir.
Yukarda çerçevesini belirlediğimiz hukuki reformlar gerçekleştirilmezse, o zaman çatışmalı ortam ister istemez kaldığı yerden devam edecek.Yeni tarihi dönemde barış ve demokratik toplum aşamasına geçiş için fesih gereklidir. Fesihi yeni bir döneme geçmek için yapıyoruz. Devlet’teki bazı dinamikler, bunu kendimizi yok etmek olarak algılıyor. Siz de PKK’nin feshini, kendinizi savunmadan yoksun hale gelmek olarak algılıyorsunuz. Ama ben bir açmazdan kurtulduğumu düşünüyorum. Fesih son değil, yeni örgütlenme ve mücadele sürecine geçiştir. Yeni mücadele süreci savaş değil barış, ulus- devlet değil demokratik toplumu inşadır. Bunun da formülasyonu nettir. Birinci dönemin alternatifi olarak PKK’yi kongreyle sonlandırmak, demokratik toplum programını oluşturarak hem program hem strateji hem de onun hukuku için alınacak kararlar tarihi nitelikte olacaktır. Kürtler’in özgürlük ve demokrasi ihtiyacı çok günceldir. Artık varlık sorunumuz yoktur. Herkes Kürt varlığını kabul ediyor. Dolayısıyla varlık savaşı artık verilemez. Mesele özgürlüktür, mesele demokrasidir. Kürtler nasıl demokratik bir toplum olacak? Nasıl özgür olacaklar? İşte kadro öncülüğü burada büyük bir yer tutacaktır. Komünal demokrasi, üzerinde kıyamet koparacağımız temel konu olacaktır Kadın özgürlüğü temelinde komünal demokrasi ve bir bütün olarak komünalizmdir. Varlıktan özgürlüğe ve demokratik komünalizme ulaşma nasıl sağlanacaktır? Demokratik Toplum, Demokratik Siyaseti, Demokratik Hukuku gerektiriyor. Teorik konular bu ana başlıklar etrafında yoğunlaşacaktır. Bunun örgüt modelini de ortaya koyacağım. PKK gidiyor ama o boşluğu nasıl bir örgütlenme modeli dolduracaktır? Genelde örgüt ve örgütlenme modeli, barış ve demokrasi eksenli olacaktır.
Toplumsal barış önemlidir.Demokratik sosyalizmi inşa etmek için toplumsal barışın çözümlenmesi gerekiyor. Toplumsal barış, savaşla olmaz. Reel-sosyalizmin çözülüşünde de böyledir. Reel-sosyalizm savaşa dayalı olduğu için çöktü.Mao diyor ya İktidar namlunun ucundadır.Namlunun ucunda sosyalizm kurulamaz. Namlunun ucunda devlet kurulur, Ulus-devlet kurulur ki bu da iflas etmiştir. Öz savunma gereklidir. Öz savunma hukukla olur. Herhangi bir güç tarafından varlığın imhasına yönelik saldırı olduğunda, varlığın isyan hakkı doğar. Toplumsal barış içinde bu ilke önemlidir. Bu tüm müzakerelerde savunulacaktır. belirtilmeliki Demokratik Sosyalizm açısından da öz savunma çok önemlidir. Bu, teorik kısımdır. Yeni örgütlenme modelinin politik kısmıdır. Kürdistan geneli için birlik nasıl olacak? Dört parçadaki birlik nasıl sağlanacak? Bunlar için ayrı kurultaylar gerekecektir. Ayrı programlar gerekecektir. Suriye’deki, Irak’taki İran’daki ve Türkiye’deki programlar ayrı olacaktır. Hatta farklı parti adları gerekir. Bizim Kürtler’in birliği üzerine kurduğumuz değerlerdir bunlar. Miadını dolduran bir örgüt yerine, bundan sonra Kürdistan Demokratik Komünler Birliği adını kullanacağız. Sonuçta bu anlatımlar yaratıcı bir kadro oluşturmak içindir. Hem heyecan vericidir hem de son derece yaratıcılık gerekecektir. Komünalizm nedir? Komünler nasıl kurulur? Ne kadar komün lazımdır? Gece-gündüz çalışılacaktır.
Kadronun bir anı bile boşgeçmemelidir. Ortada çok ağır bir sorumluluk vardır. Yatarken bile teori ve pratik düşünülecektir. Bu rutin bir bürokrasi işi değildir; yaratıcılık isteyen bir iştir. Bu teorik çözümlemelerle size perspektif kazandırıyoruz. Bunu geliştirmek de size kalıyorndüz çalışılacaktır. Kadronun bir anı bile boşgeçmemelidir. Ortada çok ağır bir sorumluluk vardır. Yatarken bile teori ve pratik düşünülecektir. Bu rutin bir bürokrasi işi değildir; yaratıcılık isteyen bir iştir. Bu teorik çözümlemelerle size perspektif kazandırıyoruz. Bunu geliştirmek de size kalıyor
7. BÖLÜM: GELECEK İÇN TEMEL PERSPEKTİFLER VE SONUÇ BİLDİRGESİ
Savaş ve çatışmalarla bağlantılı zorlu ve acımasız bir süreci geride bırakmak ve barış kaynaklı bir demokrasiye gitmek hem ülkemiz hem Ortadoğu için bir imkan haline gelmiştir artık. Artık bu bir hayal değil, bir gerçekliktir. Daha doğrusu gerçekleşmesi pratiğimizle hayat bulacak bir gelişmedir. Syces-Picot düzeni aşılıyor. Bunun yerine şimdi biz, kendi mücadelemizin bir evresi olan ve gerçek anlamda bir halkların baharı denen bir döneme götürebiliriz artık.Demokratik Komünalite Programımızla bunun yolu ardına kadar açılmıştır Barış ve Demokratik Toplum çağrı hamlemiz ve Demokratik Entegrasyon anlayışımız bu sürecin başarıyla ilerletilmesi için önemli bir imkân yaratmıştır. Bu sadece çatışma ve savaşın bitmesi ile ilgili değil, yepyeni bir dönemin başlangıcıdır.
Elbette barış çok değerlidir ve barış olmadan ülkeler, halklar özgürleşemez. Demokrasisizözgürlüksüz ve sosyalizm mümkün değildir. Silahla ve silahların gölgesinde sosyalizm olmaz.Silahla demokrasi geliştirilemez ve Kurulanlar da Reel-Sosyalizm örneğinde olduğu gibi çözüm de olmaz.Bu anlamda barış ve demokratik çözüm çağrısı çok ileri ve gerekli tarihsel bir adımdır. Bu konuda yanılgı içinde olanlar kendini hızla düzeltmeli, gözden geçirip,demokratik ve barışçıl toplumun faziletine güzelliğine ve anlamına kendilerini hazırlamalı, eksiklerini gidermeliler. Bu,bin yılların gerçekleşen hayali olduğu için çok değerlidir.
Ben,elli iki yıllık bu mücadelenin önder gücü ve mücadelenin her türlü savaşımını vermiş birisi olarak söylüyorum ki, böyle bir barış hak edilmiştir. Bunun da barış ve demokratik toplumla neticelenmesi, haktır ve görevdir. Haktır; çünkü büyük bedeller ve emekler verdik. Görevdir; zira barış ve demokratik toplum inşası bir görev olarak önümüzde duruyor. Her savaşın bir sonucu ve bir de karşılığı vardır. Bizim mücadelemizin sonucu ve karşılığı demokratik toplumdur. Uus devlet yanılgısı ve yanlışı değildir. Buna ise biz Demokratik Sosyalist bir Toplum diyoruz. Aynı zamanda bu, yüksek bir sorumlulukla yerine getirilmesi gereken bir görevdir de.
Bana göre kongremiz ve hazırlık konferansımız, bunun politik söylem ve değerlendirmesini fazlası ile doğru yapmıştır. Bu kararlılık öyle sanıldığı gibi teslim olmak ve öz savunmadan vazgeçmek anlamında değildir. Tersine öz savunma gücümüz ve yeteneğimiz eskisinden de fazla gelişmiştir. Demokratikleşme daha fazlasıyla gündeme girmiştir. Dolayısıyla bu özgür ve eşit yaşam paylaşımına her zamankinden daha fazla şans ve imkân veriyor. Hayaller, ütopyalar ve programlar ne kadar değerli ve doğru olursa olsun, onun kadrosu, çalışma ve eylem tarzı olmadan hepsi suya yazılmış bir yazı gibidir. Bu aşkla,tutkuyla, büyük bir sorumluluk duygusuyla, ciddiyetle yerine getirilmesi gerekir. Bu ise kesinlikle ve zorlama ve dayatmayla değil, aşk denilen en yüce kavramla yol alınabilir
Halkımız, kendisinin demokratik yaşamı için, hem hak, hem de görev sahibi olduğunu bilerek yeni dönemi karşılamalıdır. Ve bu topraklar, sorumluluğu ve demokrasiyi, kendisinin hem hakkı hem de görevi olarak bilenlerin yaşayacağı bir ülkedir
1-MODERNİTE
Modernite kavramı çağdaşlığı ifade eden bir kavramdır 16. Yüzyıldan günümüze kadar Avrupa merkezli uygarlığın gerisinde, temel öğe olarak Rönesans, Reform ve Aydınlanma bulunmaktadır. Batı Avrupa, yeniden doğuş, dinsel reform, bilimsel devrim ve aydınlanma felsefesi ile 17. Yüzyıldan itibaren dünyanın hegemon bir gücü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu hegemon modernite, bu yönüyle Batı Avrupa çağı olarak da tanımlanabilir. Modernite insanlık birikimlerinin ürünüdür. Batı Avrupa, en çok Doğu dünyasının olmak üzere, bütün insanlık tarihinin felsefi, bilimsel, kültürel birikimlerini alıp işlemiş, sentezleyip ve yeni bir paradigmaya dönüştürebilmiştir. Avrupa moderniteyi, komünalite ve ortaçağ komünal kültüründen devraldı. Modern sosyal bilim yazarları saydığımız bazı yazarlar bu asli unsurların yanısıra kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm gibi yapıları da modernitenin asli bileşenleri olarak kabul eder ve değerIendirirler. Bu analizler ve buna dayalı algılar yanlıştır ve Sadece kavram karmaşası yaratmaktadırlar. Modern sosyal bilimler bu yönüyle büyük bir keşmekeş içindedirler. Bu karmaşayı ortadan kaldırmak için temel kavramları yerli yerine oturtmamız gerekir. Eğer tanım, zihinde net olunmazsa, doğru pratik politika da gelişmez
2-KAPİTALİST MODERNİTE
Modernitenin ve kapitalizmin eşitlenmesi doğru olmadığı gibi burjuvazi ile kapitalizm arasında bir bağ olmakla birlikte, burjuvazi de tümüyle kapitalizme mal edilemez Ulus da Burjuvazinin veya kapitalizmin yarattığı bir kavram değildir Tam aksine, ulus kapitalizmin ve burjuvazinin marifeti ile çarpıtılıp demokratik olmayan nitelikte yapılandırılmış oluşumdur. Burjuvazi ulus değil, bilakis onu çarpıtandır. Ulus, modern dönem toplumu ve modernite toplumsal formudur. Ortaçağ toplumsal formu nasıl milliyet ise, modernitenin toplumsal formu da ulustur. Milliyet formunu İslam devrimi topluma kazandırmıştır. İslamda millet ümmettir, Ümmet ise aynı dine mensup toplumdur.Yani Muhammed kabile toplumundan dine dayalı ümmet / millet toplumuna devrimsel geçişin sağlayıcısııdır Milliyetler çağı böyle başlayarak yayılmıştır. Ve güçlü teorisi ve pratiği ile çağa yetkince cevap olmuştur. Milliyetler ulus formuna dönüşürken, bu yeni toplum yapılanmasının bilimi, ekonomisi, sanatı, edebiyatı ağırlıklı olarak Avrupa’da şekillenmiştir. Hegel bu konuda büyük bir açılım sağlamıştır. Rus edebiyatı ve Avrupa edebiyatı var. Ekonomide gelişmiş bir pazar da var. Ki pazarın başlangıcınıda İnsanlığın doğuşuna kadar götürmek en doğru olandır. Çünkü pazar burjuvazinin hiç eseri değildir. Ulus bütün bunların etrafında oluşmuştur. Dolayısıyla ulusu burjuvazi ve kapitalizmle eşitlemek büyük yanlışlar yanılgılar içerir. Kapitalist modernite soygunculuk talancılık sistemidir. Bu sisteme Hollanda ve İngiltere öncülük yapmıştır. Ve bunlar binlerce yıl gerilere giden ilk soyguncu,sömürücü kastik katil sistemin modern versiyon çetelerdir. Denizlerde korsanlık yaparak, İngiltere’ye sermaye taşıyan “gambot”lardır. Bunlara, 16. Yüzyıldan günümüze kadar damga vuran Anglo-Sakson çeteciliği de diyebiliriz. Bu, soygun ve talan düzenidir. Halen varlığını sürdürüyor. Bu soygun düzeni, Rönesans, Reform ve Aydınlanma maskelerini takarak kendini meşrulaştırmış ve modernite kılıfına büründürmüştür.Talancı olmadığını, tam aksine bu değerleri yarattığını, onları temsil ettiğini iddia etmiştir.
A) KAPİTALIST BURJUVA TOPLUMU:
Burjuvazi kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan sosyal bir gruptur. Dolayısı ile kapitalizm eşittir burjuvazi değildir Kapitalizmin gelişim sürecinde, korsanlık, talancılık ve çete düzeni kendisini hızla bir sınıfa dönüştürmüş Bu sınıf, kentli burjuva maskesini takmıştır. Çete düzeni her çağda kendisini bir kliğe, sınıfa dönüştürmeyi başarmıştır.Milattan önce 3.000- 2.000′ Iere doğru gelişen ve büyük aristokratik devrim dediğimiz şey, çetenin kendisini aristokrasi olarak örgütlemesidir Aynı durum İslam’da da var. Muaviye kendisini aristokrasi olarak örgütler ve büyük katliamlar yapar. İslam bir devrimdir,ama Muaviye onu çarpıtır ve aristokratik bir sınıf yaratır. Bu da karşı-islamdır. Aynı çizgi Abbasiler ve daha sonra Osmanlılar tarafından da sürdürülmüştür. Kürdistan’da Mirlik adıyla çeteler topluma hâkim olmaya çalışmışlardır Bu çeteler kendilerini destanlar, edebiyat ve sanatla yücelterek meşruiyet kılıflarını, maskelerini güçlendirmişlerdir. Modern çağda da burjuva sınıfı, hemen her ülkede benzer biçimlerde sahne almıştır. Türkiye de bunun çarpıcı bir örneğidir. Rusya’dan Çin’e kadar durum aynıdır. Afrika’da şimdi onun yeni bir biçimi yaşanıyor. Modern siyaset bilimcileri ise bunlara Kapitalist demokrasi,burjuva demokrasisi diyorlar. Biz de bunlardan etkilendik. Aslında ne kapitalizmin ne de burjuvazinin demokrasiyle ilişkisi vardır. Demokrasi onlar için sadece bir maskedir. Talan düzenini gizlemenin, meşrulaştırmanın aracıdır.Evet, kapitalist burjuva toplumu vardır. Ama tüm burjuvaziyi aynı sınıfta görmemek ve küçük burjuva ve bürokratları aynı kefede değerIendirmemek gerekir. Üst kesimin ağırlıklı yönü çeteci olmasıdır. Bürokratlar, küçük-burjuvazi daha farklıdır. Bunları kapitalist burjuvaziye dâhil etmemek büyük önem taşır. Bu ayrımı önemsiyoruz.
b)- ULUS DEVLET
Kapitalist burjuvazinin ikinci büyük maskesi, siyasi alanda kurumsallaştırdığı ulus devlet. Ulus-devlet talan ve çete sisteminin siyasi gerçekleşme alanı ve bedenleşmesidir. İktidarını ulus-devletle kurumsallaştırır. Oysa gerçekte ulusa hükmeder, onu egemenlik altında tutarak sömürür ve adına da ulus-devlet der. Bununla devleti ulus adına yönettiğini, iktidarın ulusa ait olduğunu iddia eder. Adına başkanlık sistemi der, cumhuriyet der, parlamentarizm der. Ama gerçekte uygulanan çete iktidarıdır ve çetenin çıkarları doğrultusunda toplumu sömürür. İktidarı için ulusu istismar eder; ulus kimliğini iktidarın aracı haline getirir, kimlikleri çatıştırır, kırımlara, soykırımlara uğratır. Bu nedenlerle ulus-devlet kavramını dikkatlice değerlendirmek, ulus -devlet ve iktidar ilişkilerini doğru çözümlemek gerekiyor. Reel-sosyalizmin de içine düştüğü ve kurtulamadığı büyük hata, devletin tanımlanmasıyla ilgilidir. Devlet, yani ulus-devlet yanlış, eksik tanımlanınca,sonuç çöküş ve felaket olmuştur. Sosyalizm devlet ve devrim ilişkisi doğru kurgulanmadığı için çöktü. Çıkarılması gereken derslerden en önemlisi budur.
C) KAPİTALİST ENDÜSTRİYALİZM
Endüstri ile endüstriyalizm kavramlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. Endüstri, bilim daha çok da teknik yönü ön planda olan bir kavramdır. Endüstriyalizm ise bilime, tekniğe dayalı üretim sistemi ile birlikte toplumsal, ekonomik-ekolojik ilişkileri yeniden sömürüye dayalı olarak kurgulayan kapitalist sistemdir.
Marks’ın kapitalist endüstriyalizmi bir ilerleme olarak selamlamış olması büyük bir yanılgıdır ve endüstriyalizmin sosyalist çevrelerce doğru değerlendirilememiş olmasının önemli bir nedenini oluşturur. Kapitalist ekonomi ve endüstriyalizm hem toplumu hem de fizik doğayı aşırı kar ve sömürü motivasyonuyla büyük bir yıkıma uğratmıştır. Bu da toplumsal kaos ve ekolojik kriz demektir. Özü budur. Önceki bölümlerde çokça değerIendirdiğimiz için burada vurgu düzeyinde değinmekle yetiniyoruz.
3-DEMOKRATİK MODERNİTE
Nasıl ki tarihsel-toplumsal akışta komün ve devlet biçiminde bir yarılma gelişmişse, modernitede de böyle bir yarılma var. Kapitalist modernite ile demokratik modernite arasındaki yarılmadır bu. Kapitalist moderniteyi vurgular düzeyinde işledik. Demokratik modernite ise kapitalist moderniteye karşı komünal yaşam değerlerinin korunması ve savunulması temelinde yapılanmış toplumsallıkları ifade eder. Temelinde komün vardır. Yanı sıra tarih boyunca komünal yaşam değerlerine tutunan kabile, aşiret, mezhep, felsefi ekol, işçiler, emekçiler ve en çok da kadınlara dayanan sistemdir. Toplum tarihinde ilk sömürünün cinsiyet alanında gerçekleştiğini tarihsel-toplumsal temelleriyle birlikte ortaya koyduk. Cins kırımı,özgür toplumsallaşma kültürünün kadın şahsında kırıma uğratılması ve İlk temel kaybediş noktasıdır. Bu nedenle biz sosyalist olmanın temel ilkesini, kadın cins özgürlüğüne göre yaşamak olarak belirledik. Kadın, demokratik modernitenin ana kurucu unsurudur.Sosyalizme dair tutumumuzu kapsamlı ideolojik-teorik açıklamalarla temellendirmiş bulunuyoruz. Reel-sosyalist deneyimler ile bu deneyimlerin ulusal kurtuluşçu gerçekleşmelerini inceledik. Neydiler, neden çöktüler? Sosyalist deneyimler sadece pratikte çökmedi, kuramsal bakımdan da uzun süredir bir tıkanıklık yaşanıyor. Çin vd. örneklerin durumu da ortada. Sosyalizm anlayışımızı bu yoğunlaşmamız ve günümüzün reel sosyalizme alternatif arayışlarını da gözeterek yeniledik veya geliştirdik. Gerçekçi bir sosyalist teori ile birlikte uygulanabilir bir sosyalizm arayışımız sürüyor. Bu konuda hem teoride hem pratik gerçekleşmede oldukça iddialıyız. Bizim esas aldığımız sosyalist çizgi ulus devletçi reel-sosyalizm değil, Toplumcu Demokratik Sosyalizmdir. Bu konferansımıza sunduğumuz analizler perspektifler bu ideolojik bağlamın ürünüdürler. Bu ana perspektifle Demokratik Moderniteyi, Demokratik Ulus, Komünal Demokratik Toplum ve Eko-ekonomi / Eko-endüstri üzerinden tanımladık.
A)- DEMOKRATİK ULUS:
Ulus-devlet, bir iktidar örgütlenmesi iken, demokratik ulus bir toplumsal yönetim örgütlenmesidir. Ulus-devlet tek tip homojen toplum yaratımı mühendisliğine dayanırken,demokratik ulus çok kimlikli, çok kültürlü, heterojen toplum doğasına dayanır. Ulus-devlet, kimlikleri iktidara araç kılarak çatıştırmaya, birbirine kırdırmaya dayanırken, demokratik ulus farklı kimlik ve kültürlerin demokratik ilişki dayanışmasına dayanır. Kimlikleri iktidar aracı olmaktan çıkarır. Özetle,ulus-devlet iktidarcı iken, demokratik ulus toplulukların dayanışmasına ve öz yönetimine dayanır.
B) DEMOKRATİK KOMÜNAL TOPLUM
Demokratik/komünal toplum, kapitalist burjuva toplumunun demokratik modernitedeki karşılığıdır. Toplum, karakteristik olarak komünaldir. Komün ilk toplumsallaşma formudur. Komünün eşitlikçi, özgürlükçü karakterini, tarihsel gelişimini uzunca ve önemle irdeledik, ortaya koyduk. Komünal toplum tabiri, eşitlikçi, özgürlükçü yaşam değerleri olarak kavranmalıdır. Kuşkusuz komünal yaşamın çağdaş formlarıdır kastımız. Adına demokratik toplum da denilebilir. Aslolan sömürüden uzak, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı yaşam ruhu ve kültürüdür Kapitalist burjuva toplumu adlandırmasının gerçek toplumla bir ilgisi yoktur. Çünkü Kapitalizm toplum karşıtıdır. Bu adlandırma soyguncu talan rejiminin maskelenmesi için geliştirilmiştir. Ve onun bulaştığı hiçbir şey topluma hizmet etmez. Buna karşılık toplumun doğası komünaldir. Toplum komün temelli şekillenmiştir. Bundandır,Komünalitede Israr, İnsan Olmakta Isrardır. Anlamı bu kadar nettir.
C) EKO-EKONOMİ / EKO-ENDÜSTRİ
Kapitalist Endüstrializmi hem birinci, hem de ikinci doğaların yıkımı ve krizi olarak tanımladık. Çözüm alternatifine ise üçüncü doğa diyebiliriz. Bu da, ikinci toplumsal doğanın, birinci doğa ile uyumunu ifade eder. Üçüncü Doğa, doğayı yıkıma ve krize uğratan doğaya yabancılaşmaya sebep olan, egemenlikçi zihniyet ve üretim biçimlerinin aşılarak, doğa ile yeniden buyum içinde yaşamayı, buna göre üretim ve tüketim kültürünü ekolojikleştirmeyi ifade eder. Çevreci komünal üretim ve endüstri kullanımı, bu amacın gerçekleşmesinde olmazsa olmaz gerekliliklerdir.
POLİTİK PROGRAM
Bu bölümde artık teoriden programa geçiyoruz. Bunun da anlaşılır olması için maddeler halinde ele alacağız.
A)-S.İYASİ HEDEFLER:
Bununla yönetim biçimini kastediyoruz. Temel sloganımızı bir kez daha hatırlarsak; Ulus Devlet Sosyalizmi Yenilgiye,Demokratik Toplum Sosyalizmi Başarıya Götürür! Önceki bölümlerde çokça anlattığımız gibi, Reel-sosyalizm bizi, ulus devlet fikrine taşıdı. Burada çıkmaza girdik. Biz bu çıkmazdan Demokratik Toplum Programı ile çıkıyoruz. Yani burjuva ulus anlayışından, demokratik ulusa doğru yol alıyoruz. Devlet iktidarını değil; Demokratik Ulusun, dolayısı ile Demokratik Toplumun siyasal alanını inşa etmekten bahsediyoruz. Demokratik Ulus, Demokratik modernite zihniyetinin siyasi bedenselleşmesidir Bu,Komünler Komünü ve Komünalitedir. Komünler Birliği ve Komünler Topluluğudur. bu devlet kavramıyla karıştırılmaz. Komünler, öz yönetimcidir, toplumun temel ihtiyacıdır. Komün, demokratik ulusun kök hücresidir. Hücre sağlam olmazsa, beden de sağlam olmaz. Bu açıdan komün hayatidir. Genel bir ifade olan demokratik toplumun üç biçimi vardır:Sınıf temelli (reel-sosyalist) demokratik toplum, Liberal demokratik toplum ve bizim geliştirdiğimiz komünal temelli demokratik toplum.
Bizim önerimizin reel-sosyalist oluşumlardan çok farklı olduğunun altını özellikle çizmek gerekir. Bütün bunlar iktidarcı devletçi hastalığına karşı tedbirlerdir. Komünalizm, bu hastalığın, yani iktidarcılık ve devletçilik hastalığının en büyük ilacıdır. Bütün bunlar bu tehlikeleri boşa çıkartmak içindir. Komünalite tarih boyunca halkın yaşadığı bgerçekliktir. Biz bunu güncelleyip demokratik modernite ile buluşturmak istiyoruz. Yani geleneksel olanı modernize etmek itiyoruz
a. B) SOSYAL HEDEFLER:
Barış ve demokratik toplum manifestosunun politik programı, toplumun kendi ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenmesini ve demokratik tarzda varoluşunu hedefler ve demokratik toplumun sosyal alanının oluşumunu kapsar. Toplumsallık da nihayetinde bir evrendir ve buna ikinci doğa diyoruz. İkinci doğanın da bir çekim merkezi var. Bu çekim merkezi hafızası, etik ve ahlaki karakteri ve estetik ölçüleridir, politik iradesidir. Böyle bir Kürt sistematiğidir bahsettiğim Buda demokratik toplumun sistematiğidir ve önemlidir. Yerli yerinde, toplumsal sistemin bir birimi olarak çalışmayı bilmek gerekiyor.Toplum öyle sert kanunlarla çalışmaz. Toplumsal doğada yasalar değil, eğilimler vardır demiştik Toplumsal çalışma zekâ ile akılla, politik esneklikle yürütülür. Kendine özgü kuralları vardır, buna ahlak diyoruz. Kendine yönelik kütlesi, hacmi var, buna da Kürt varlığı diyoruz. Hafızası bu ve buna bir de akıl merkezini, analitik aklı eklemek gerekir. Bütün bunları derleyip toparlamak ve güçlü bir demokratik toplum merkezi oluşturmak gerekir. Komünal toplumun en yaygın biçimi sosyal alanda yaşanacaktır ve ne kadar sosyal alan varsa bunların tamamında komünler oluşacaktır. Sosyal alanın kök hücresi komündür. Komün ise toplumsallık demektir. Dolayısı ile sağlık,eğitim dil, kültür, tarih, spor alanlarının tümünde komün oluşturulur. Muazzam düzeyde dil, tarih ve felsefe komünleri de kurulabilir. Önemle üzerinde durulması gereken bir konu da demokratik komünlerin tüm farklılıkları kapsayacak şekilde olması gerektiğidir. Kürdistan’da bulunan tüm farklı kimlikler, inançlar, mezhepler, sosyal gruplar komünal çalışmaların öznelerini oluşturmalıdır. Ekonomik hedef, komünal ekonomidir. Ekonomik alandaki çalışmalar kollektivite esaslı geliştirilecektir. Ekonomik alan” adlandırması günümüz sosyal biliminin ayrıştırmasıdır. Aslında bu da sosyal alan içindedir. Sosyal alanda ekonomi, eğitim, sağlık, kültür tarih kimlik hepsi sosyal alanda komünleşmedir. Sosyal toplum, tarihsel toplumdur. Tarihsel sosyoloji bu alana hâkim olacak. Ekonomi, kültür hepsinin bir tarihi temeli var. Tarihsel sosyolojinin karşılığıdır bütün bu saydıklarım.
C ) ORTADOĞU’DA KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ENTEGRASYON:
Entegrasyon, birlikte yaşanılan ulus devlete bağı ifade eder. Kürdistan ile doğrudan ilgili dört ulus devlet var. Entegrasyona dayalı bir yaklaşımla dört devletle de bütünleşeceğiz.
Pratik program dediğimiz şeyin diğer adı demokratik toplumdur. Sosyal hedef de demokratik toplumun inşasıdır. Pratik program eşittir demokratik toplumdur. Entegrasyon, demokratik toplumun, ulus devletle birliğini ifade eder. En doğru tanımı budur. Toplum kendini bir devlet olarak örgütleyip, diğer devlete bağlamıyor.
Kendini demokratik cumhuriyete demokratik toplum olarak,demokratik entegre ediyor. Entegrasyon aynı zamanda eşitliği de içerir. Demokratik müzakere ile tesis edilir ve entegrasyon da demokratik müzakereyi zorunlu kılar.Müzakere ulus devletle demokratik toplumun bütünleşmesini sağlar. Ulus devlet şu an asimilasyon uyguluyor. Bazıları entegrasyonu asimilasyon olarak anlamak isteyebilir, ama biz de tam tersine asimilasyona karşı direneceğiz. Entegrasyon zorunlu olarak zaten demokratik müzakereyi gerektirir. Bu da asimilasyonun tersidir.
Devlet güçlüdür, devlet her şeyi dayatır ve baskıyla uygular yaklaşımı kabul edilemez. Bütün bunlar faşist yaklaşımlardır ve hepsi reddedilmek durumundadır. Yapılması gereken,müzakere ile demokratik toplum ve ulus devlet entegrasyonudur. Ortadoğu en ağır sorunu yaşıyor, ama çözüm için de en ideal konumda bulunuyor. Kürt-Türk çözümü, Ortadoğu çözümüdür. Bu kadar önemlidir ve o kadar aciliyet arz ediyor ki buradaki çözüm, tüm Ortadoğu’yu çözüme götürebilir. Dolayısıyla Türk-Kürt çözümü öyle sıradan, yerel bir çözüm değil, dar anlamda bir sorun çözümü de değildir. Kesinlikle bir Ortadoğu çözümüdür. Ve hatta dünya çapında etkisi olacak bir çözümdür. Zaten herkes buraya dikkat kesilmiş durumda ve bunu anlamaya çalışıyorlar. Doğrusu da budur. Bölgesel olarak da Kürt sorununun çözümü için demokratik entegrasyon başlığını açtık. Kürtler’in, komşu olan dört devlet ile de çatışmaları var ve bu durum hala devam ediyor. Tam bir ateşkes bile sağlanabilmiş değildir. Her ne kadar Suriye ile sekiz maddelik ittifak belgesi, Irak ile belli bir federasyon merkezli anlaşma, İran ile bir ateşkes, Türkiye ile de benzer birtakım görüşmeler varsa da, bunlar henüz resmiyet kazanmış değil. Müzakere denilen bir anlaşma aşamasına ulaşılmış değil. Bunları böyle bir aşamaya getirmek gerekiyor. Barış-demokratik toplum çağrımız aslında iyi bir çerçeve. Bu çerçeveyi biraz daha geliştirmek gerekirse, burda amaç, Kürdistan’ı aralarında paylaşan ulus- devletlerle demokratik entegrasyon çözümüdür. Buna “Ortadoğu’da Kürt sorunu ve demokratik entegrasyon çözümü de diyebiliriz.Daha önceki bütün anlatımlarımız ulus devlet perspektifliydi. Şu anda Irak’taki federe devletin perspektifi de budur. Bu perspektif er veya geç bir çatışma üretir. Çünkü ulus-devletçi çözüm eninde sonunda çatışmaya götürür. Kalıcı barış olasılığını barındırmaz. Ulus-devlet çözümünün dayatılması durumunda, aynı topraklarda beş devlet birbirleri ile sürekli didişme halinde olacaklardır. Irak, “Kürdistan” diyor ama bir vilayet kadar daraltıyor. Hala çözüme kavuşturulmamış ara bölgeler var, anayasanın ilgili maddesi uygulanmıyor. Suriye’deki rejim, Kürtlerin kimlik haklarını tanımıyor, Türkiye Cumhuriyeti ise tek bir Kürt kelimesini bile yasalarında geçirmiyor. Evet,”TRT Kurdi” yayın yapıyor, Kürtçe bazı kitaplar çıkıyor, ama hiçbirinin yasal güvencesi yok ve bir kararname ile hepsini kaldırabilirler. Çünkü yasal ifadeside yok, Kürt kelimesi bile yok. Anayasa ise hala tümden kapalı. Dolayısıyla entegrasyon çözümünde devletin de demokratik değişim yaşaması gerekir. Ulus-devlet programlı PKK’yi aştık. Çünkü böyle bir devletle sosyalist bir amaç da gerçekleşmez pratik realist bir ulus-devlet gerçekleşmez. Gerçekleşse de çok kanlı olur. Bu ise bir sosyalistin kabul edemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla biz demokratik ulus çözüm önerisi geliştirdik. Yani sosyalist çözüm, demokratik ulus çözümüdür dedik ve sosyalizm demokrasisiz olmaz anlayışımızla ile demokratik toplum programını geliştirdik. Bu olmazsa olmaz temel ilkedir. Her koşulda hayata geçmesi gereken bir ilkedir. Bu doğrultuda ulus-devletten vazgeçtik. Onun yerine demokratik ulusu ikame ettik. Programımız da demokratik ulus etrafında örülecek. Bunun komşu devletlerle ilişkisi hayatidir. Ve öncelikli olarak bunun çözümlenmesi gerekiyor. Entegrasyon bunun çözümlenmesi için hayati ve doğru bir kavramdırBunu Türkçesi de asimilasyonun tam tersi olarak demokratik bir bütünleşmedir.Şu anda bu dört devletin Kürtlere dayattığı ise asimilasyondur. Nedir asimilasyon? Hâkim uluslar içinde erime…Bu eritme politikasına karşı Kürtler yüz yıldan daha fazla bir zamandır hayır dedi..Siz ne kadar ulus devletseniz, biz de öyle olacağız dedi. Bu dört ulus devlet ise birleşerek, yüz yıldır Kürtleri boğmaya çalışıyorlar. Bağdat Paktından Sadabat Paktı”na kadar hepsinin temel amacı, bu dört ulus devletin ortak bir politika ile Kürtler’i boğmasıdır. Bu anlaşma günümüze kadar devam ediyor. Evet, Suriye’nin ve Irak’ın çözülmesi,İran’ın İslami cumhuriyete kavuşması bu paktı, bu dörtlü gizli ittifakı parçaladı.Ama niyetler hala duruyor orta yerde.Fırsat bulurlarsa bu dört devlet birleşip, asimile etmekten hatta imha kırım hareketleri düzenlemekten geri durmayacak. Büyük çıkmazlar, çözümsüzlükler yaşandı. Gelinen aşamada Kürtler bir ulusal varlıkkazandı ama hukuku yok. Kürtler’de bir demokratik ulus bilinci, arzu ve niyet var ama kurumlaşması henüz kabul edilmiş değil. Şimdi cevabı aranan soru, devlet demokratik ulus kurumlaşmasını kabul edecek mi, etmeyecek mi sorusudur. Bizim bu dört devletle müzakere sürecimiz bunu belirleyecek. Şimdi Kürt-Türk çözümü, geneli etkileyecek kadar önem kazanmıştır. Bu hayati konu olarak önümüzde duruyor. bu asimilasyonist yöntem nekadar terk edilecek? İran Kürdistan kelimesine karşı değil, Irak zaten federe çözümle asimilasyondan çoktan vazgeçti. Suriye, anayasada Kürtler’e yer vereceğinin sözünü verdi. Türkiye, asimilasyonist yöntemden vazgeçtiğini söylüyor ama bunun pratik adımı ne olacak? Ben tam da bu ihtiyacı görerek,barış ve demokratik toplum çağrısını yaparak bir çözüm denemesine giriştim. PKK engelini tek taraflı olarak kaldırdık. Dört maddelik iyi niyet belgesi var. PKK kongresini toplayıp, bunu onayladı. Bununla Kürt meselesi çözüldü demek doğru değil. Dolayısı ile şimdi geriye sadece silahlar kaldı, onları da gömün demek,hiç gerçekçi değil.Bu yaklaşımı asla kabul etmeyiz. Demokratik entegrasyonu esas alıyoruz. Biz ayrılıkçı bir devlet olmayacağız. Ama sizin içinizde de erimeyeceğiz. Entegrasyona gerçekten varsalar Ve Asimilasyona gerçekten karşılar mı? O zaman samimi olarak asimilasyonu her düzeyde kaldırdıklarını ve bunun yerine her düzeyde entgrasyonu kabul ettiklerini ifade etmeleri gerekecek. Biz, ulus devlete karşı olduğumuzun pratik tutarlılığını PKK’yi tasfiye etmekle kanıtladık.Kendileri de bizim attığımız bu adımlarla bu anlayışımızda samimi attığımızı kabul ettiler.Gelelim Kürtler arası birliğe ve işbirliğine. Beliki Federe Devlet ve KDP’de YNK’de demokratik ulusa yabancı. Her ikisinin de demokratik ulustan haberleri bile yoktur.Dolayısıyla onlarla da müzakere gerekecek. Suriye’de yaşanan Kürtler arasında bir iç müzakerede federasyon önerisi ortaya çıktı.Bu müzakere ileri bir adımdır ve geliştirilebilir.Eksiği-fazlası tartışılabilir ama yanlış değildi. Kendi aralarında bu konferansı yaptılar. Ve böyle bir birlik anlayışı ortaya çıkardılar. İçeriği demokratik kurumlaşma ile demokratik ulus zihniyeti ile doldurulabilir. Ama Irak’taki Federe yapı kendi ulus devletçi tekelinden vazgeçmez ve buna direnebilir. Biz de demokratik toplum stratejimizden ve proğramımızdan vazgeçmeyeceğiz. rak için de demokratik çözüm gerekiyor.Daha önce birinci çözüm sürecinde de önerdiğim gibi bir ulusal kongre düzenlenir. Kürdistan Ulusal Kongresi.Bu bütün Kürtler’i kapsayan bir kongre.Bunun bütün Kürtleri kapsayan bir yürütmesi olur. Bu yürütme de büyü Kürtler adına bütün müzakereleri kendine bağlayabilir. İran’la, Irak’la, Suriye ile ve Türkiye’ile Kürtler kendi içinde de birliği sağlar ve komşularla ilişkilerde de söz hakkı olabilir. İleride böyle bir araca kesin ihtiyaç olacaktır. Başka ülkelerde buna benzer kuruluşlar var. Kürdistan Ulusal Kongresi isim olarak yanlış bir kavram değildir ve bu isimle toplanabilir. Suriye, Irak, İran, Türkiye’deki bütün Kürt örgütleri bu çatı altında toplanabilirler.Kendi tüzüğü, ulusal programı, amacı olur. İlk kongresinde bunların hepsi düzenlenebilir.Bir icra organı olarak, kongre ile seçilen bir yürütmesi olur. Bu yürütme, Kürdistanî tüm toplulukların taleplerinden hareketle seçilir. Ulusal kongre çalışması, Güney Kürdistan’da Veya Erbil’de Süleymaniye’de ve başka bir yerde de de olabilir. Ama belli ki bir bölgede yoğunlaşacak. Bu kongre Kürtlerin ortak siyasi iradesi olur. Eğer yürütme kendini eğitim, sağlık ekonomi vs. olarak, komiteleştirebilir. Ancak bunun kesin olarak demokratik olması gerekiyor, Öyle bir iki ailenin güdümünde veya başka dış güçlerin ajan kurumu gibi bir şey asla düşünülemez. Diğer ihtiyaçlar ise (ekonomik, sosyal,dilsel kültürel, tarihsel) süreç içerisinde kurumlaşır. Böylesi bir çözüme ihtiyaç var. Biz buna en genel anlamı ile Kürtler’in Demokratik Birliği diyoruz ve çözüm bundan aşağı da olamaz.
En aşağısı bu. En yukarısı ise ulus-devlettir. Bizim ulus-devlete ihtiyacımız yoktur. Ama demokratik topluma ve Kürtler’in iç birliğine olmazsa olmaz ihtiyacımız var. Bunu kabul etmeyen güçler de olabilir. En önemlisi de bu Federe Devlet ne olacak? Zaten dikkat ederseniz bir ailenin veya bir-iki ailenin çıkarlarına hizmet ediyor ve Kürtler’in yüzde birini bile kapsamıyor. Dolayısıyla bütün Kürtler’i kapsayacak bir Demokratik Birliği olmalıdır. Bizim önerdiğimiz model budur. Bunların da demokratik toplum anlayışı ile entegre olması için yoğun çaba gerekiyor.. Bunlarla müzakerelerin temel amacı budur. Ayrıca ulusal ve ideolojik örgütlenmeler arasındaki farkı ve ilişkiyi görünür kılmak önemli bir ihtiyaçtır.
PKK ve KCK sisteminin yerine, ideolojik yapılanmamız Demokratik Komünler Birliği olacak demiştik. Bu, toplumcu demokratik sosyalizmin öncü yapılanmasıdır.
Tüm Kürdistan parçalarından farklı yapıların buluştuğu ulusal örgütlenme olan KNK ise Kendini yeniden gözden geçirip,Kürdistan Ulusal Meclisi olarak işlevlendirebilir.
D) ORTADOĞU’DA TOPLUMSAL KRİZ VE DEMOKRATİK MODERNİTE ÇÖZÜMÜ
Ortadoğu’nun yaşadığı sorunlar tarihseldir. Ortadoğu toplumları tarih boyunca büyük sorun ve krizler yaşamıştır. Bunun esas nedeni,tarihsel olarak kastik katil. aristokratik sınıfın ve iktidarcı- devletçi sistemin bu topraklarda gelişmiş olmasıdır. Bölge yaklaşık olarak 15 bin yıldır bu temel nedenden dolayı sorun ve bunalımlarla boğuşuyor. Dünyanın başka herhangi bir bölgesinde bu denli uzun süre sorunla boğuşan başka bir toplum yok gibidir.
İlk anacıl toplumun çıktığı bu coğrafya, aynı zamanda ilk toplumsal sorun ve çelişkilerin de çıktığı mekândır. İlk toplumsal sorun ve çelişki, kastik katilin kadını köleleştirmesi ile başlamıştır. Tarihsel olarak, kadının köleleştirilmesiyle toplumun köleleştirilmesi atbaşı gider. Ve Tarihsel olarak köleleşme, bilinenin aksine devletle başlamamış, kadının kastik katil tarafından köleleştirmesi ile başlamıştır. Gelişen bu çelişki ve bu toplumsal sorun da komünün yarılması ile ortaya çıkan devlet ve aile sorunsallığında ifadesini bulmuştur. Temel sorun olarak ailecilik ve hanedanlık yapıları,en köklü sorun olma karakterindedir. Ortadoğu’da bu iki kurumun halen en güçlü yapılar olmasının nedeni, bu köklü tarihselliğinden besleniyor olmalarıdır. Ortadoğu’daki sorunlar,tarihsel temelleriyle güncel bağlantıları kurulmadan anlaşılamaz. Sosyolojik,antropolojik, ontolojik bakış açısı ile çözümlenmeden de çıkış sağlanamaz. Çünkü, ailecilik ve hanedanlık ideolojisi, kurulmuş tüm egemen sistemlerin temelidir. Bu yönüyle iktidar ve devletin proto-tipidirler.
Toplumsal sorunların diğer bir kaynağı olan dincilik,toplumsal inanç ile karıştırılamaz Dincilik, esas olarak dini inancın katılaşarak iktidar-devlet ideolojisi haline getirilmesidir. Dincilik, Ortadoğu’daki farklı kimliklerin, çatışmalı kimlikler haline gelmesine neden olduğu gibi, demokratik inanç ve demokratik toplumun gelişmesine de engel olmuştur.
Diğer bir sorunsallık alanı da ulus-devlettir. İngiltere hegemonyacılığı ile geliştirilen ulus devlet, daha da kaotik bir durum yaratmıştır. Kapitalist modernite güçlerinin işbirlikçi kıldığı egemen kesimi, ulus devletin bekçisi olarak konumlandırmıştır. Gelinen aşamada sürekli kriz üreten bir yapı olarak ulus devlet iflas etmiştir. Ortadoğu’daki ulus devletler, karşı-islam’ı en büyük örtü olarak kullanmaktadır. Bunun son versiyonu da faşist İslam’dır. Radikali ve ılımlısı ile ayırt edilmeksizin, günümüzdeki siyasal İslam tipi olarak faşizmdir. Ortadoğu’da bugün yaşanan ekonomik ve politik bunalımlar,Avrupa uygarlığının son iki yüzyıllık hegemonyası ile bağlantılıdır. Kapitalist modernitenin birinci ve ikinci Dünya Savaşlarıyla Ortadoğu’ya ulus devlet statükosu ile müdahalesi, bölgeye savaş ve yıkımlardan başka bir şey getirmemiştir.Çünkü Ortadoğu çok kültürlü, çok kimlikli bir toplumsal dokuya sahiptir ve bu çok kültürlü politik dokuya, tek tipçi ulus devlet modelinin dayatılması, bir iktidar projesidir. Ulus-devlet projesi, Ortadoğu’ya dışarıdan dayatılmış sorunlu bir projedir. Bu ulus Devlet projesinin Ortadoğu’ya dayatılması, Ortadoğu haklarının ortasına bomba bırakılması gibi bir şeydir.Nitekim yüz yıldır ulus devlet, Ortadoğu’ya kan ve yıkımdan başka bir şey getirmemiştir. Bunun sonucunda Ortadoğu halkları iflasın ve intiharın eşiğine gelip dayanmıştır. Gelinen aşamada, Ortadoğu’nun kültürel büyüklüğünde,kapitalist modernitenin ulus devlet sistemi, çökmüş durumdadır. Şia milliyetçiliğinin temsilini yapan İran İslam devrimi de, Ortadoğu’da hegemonya peşinde koşarken, ulus devlet sistematiği nedeniyle çöküşle karşı karşıyadır. İsrail,7 Ekim süreci ile hegemonik güç olarak devreye girmiştir. Bu da Ortadoğu’daki güç dengelerinde yep yeni bir durum yaratmıştır Hamaney şahsında, İran İslam devrimi çöküş yaşanırken,İsrail Siyonist ulus devleti de Gazze somutunda büyük çelişki yaşıyor.
Bunlar güncel çarpıcı örneklerdir.Daha da derinleştirirsek son Sykes Picot’la, yani İngilizlerin böl parçala yönet politikası ile sınırları çizilen Ortadoğu’da, ulus devlet sistemi büyük bir çatırdama, hatta ondan da öte bu Sykes-Picot düzeni bir çöküyor. Sykes-Picot anlaşması, İngilizlerin bir projesi olarak,Ortadoğu’yu ulus-devletler şeklinde dizayn etme,bölme ve yönetme projesiydi. ngilizler büyük ihtimalle önceden bugünkü çözülüşü gördükleri için, 2010’l lı yıllarda başlayan Arap Baharı ile Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek istedi ve. Sykes-Picot yerine yeni bir düzen kurmak istedi. Bunu da Arap baharı ile denedi ve bunda mesafe de aldı. Ama Rusya’nın ve İran’ın müdahalesi ile bu İngiliz müdahalesi Esad rejimi üzerinde durduruldu. Bundandır ki İngilizler, Suriye’de Baas rejimini yıkmak için de Türkiye- AKP rejimi ile çok keskin bir ittifak yaparak Baas rejimi tarihe gömüldü ve resmen kapandı. Diğer Ortadoğu ülkelerinde de Müslüman Kardeşler önderliğindeki devrimler çöktü. İran İslam devrimi de çöktü. İslam’a dayalı devlet projesi, Skyes-Picot çözülüşünün alternatifi olarak geliştirilmişti. Adına da yeşil kuşak anlaşması dediler. Bu proje ile doğan kimi İslam devrimlerinin de hepsi şu anda büyük bir kriz içindeler.
Ulus-devlet, laik modelinden İslamcısına ve molla rejimlerine kadar derin açmaz içinde. Şimdi iİsrail bundan yararlanarak sınırlarını genişletmek istiyor. O da başaramıyor, bir kriz hali yaşıyor. Ki karmaşa giderek daha da derinleşecek. Klasik ulus-devletin çöküşü sonrası onun yerine getirilen İslami içerikli ulus-devlet veya siyasal İslam da iflas etmiştir. Son kırk yılda başta İran olmak üzere,diğer bütün ülkelerde onun da çöküşü yaşanıyor. Ancak petrol ile ayakta kalabiliyorlar. Petrol olmazsa ömürleri yirmi dört saattir.Petrole dayalı ne kadar yaşayabilirsin?Halklar özgür yaşam istiyor ve bunun için mücadele ediyor. Filistin hareketinin tabii ki yanlışlıkları oldu. Ulus devletçi çözüm ilkesinde ve ki devlete dayalı çözüm arayışında ısrar etmeleri Gazze somutunda Filistinliler’i bitirdi. Nasıl ki Ulus- Devlet Sosyalizmi ‘90’Iar da Moskova’da bittiyse, Ulus Devletçi İslami ütopya da Gazze’de bitti. Türkiye’de ise CHP ve Kemalist ideoloji, katı ulus-devlet ısrarı ile 90’lardan itibaren bitti. İran, Rusya ve Çin olmasa çoktan bitmişti. Diğer Arap devletleri petrol ile yaşıyor. Bu, Ortadoğu’yu tarihin en kaotik durumuna sokmuştur. Dıştan ne kadar müdahale edilse de kurtarılamayacakları ortaya çıktı.
Laik versiyon çoktan bitti. İslami versiyon da can çekişiyor. Ortadoğu’da,tarihsel sosyolojinin temel konusu olan komünal toplum,temel bir varlık ve direniş gücüdür. Ve toplumun direniş dinamiği olan kabile, aşiret, devlet dışı inanç, mezhepler ve tarikatlar, tortu halinde de olsa günümüzde varlığını korumaktadır. Demokratik komünalizmin dayanacağı temel toplumsal unsur bunlardır.
Burada gerek demokratik modernite kavramı ile kendini yenileyen Kürt Özgürlük Hareketi, gerek Kürdistan’ın inkâr edilmiş varlığı, bütün geleneksel imha siyasetlerine ve kırım hareketlerine rağmen alternatif bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Benim yaşadığım önderlik gerçekliğinin dünya çapında bu kadar kuşatılmasına rağmen, PKK kendini sürdürebildi. Hem hareket olarak hem de önderlik olarak günümüze kadar kendini taşıyabildi. Somut sonuç olarak Kürt varlığı kesinleşti. Şimdi ise Ortadoğu’nun merkezinde çok güçlü bir Kürt varlığı söz konusudur. Kesinleşen bu Kürt ulusal kimliği, artık inkar edilemez bir gerçekliktir. PKK kendini reel sosyalizm ile birlikte ulus-devlet olarak inşa etmek istedi ve başarılı olamadı. Var olan reel sosyalizmci ulus-devletler de çöktü ve hala ulus-devletleri olanların da kapitalizme hizmet dışında bir fonksiyonları kalmadı. Yeni hegemonik güç olarak yükselen Çin’e dayalı Ortadoğu pek mümkün gözükmüyor. Elini bile atacak durumda değildir. İslami seçeneğinin hiçbir diriltici özelliği yok, İşte Kürdistan durum bu açıdan önemlidir. ABD ve Rusya’nın bile Kürt hareketinden bir türlü vazgeçmeyişi, dikkat etmesi, üzerinde önemle durmayı gerektirir.
Ortadoğu’daki halkların özgürlük umutları, bugün Kürdistan’daki özgürlük hareketinin sürdürülmesine bağlı. Bunun çerçevesi demokratik modernitedir. Kapitalist modernite kesinlikle iflas etmiştir, verebileceği hiçbir şey yoktur; kargaşa üretiyor, savaş üretiyor, yıkım üretiyor. Demokratik modernite çözüm ufku sunuyor. Esaslarını uygulamanın tam zamanıdır. Bu Filistin-İsrail ilişkilerinde uygulanacak olanda budur. İbrahimi anlaşma dedikleri de budur. Filistinliler’i bir demokratik topluluk olarak düşünüyorlar. Büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde bu ortaya çıkacak. Ve büyük ihtimalle Filistinliler de bundan daha iyi bir seçenek bulamayacak. Yani ulus-devletçi iki devletli çözüm gidecek. Kıbrıs’ta da benzer bir durum yaşanacak. Kıbrıs’ta iki devlet iki ulus-devlet olmaz. Muhtemelen orda da demokratik modernite sacayaklarına bağlı bir çözüm devreye girer. çözümler ibya için de gündemde olabilir.
Kapitalist modernite kaosu derinleştirirken, demokratik modernite bir çözüm imkânı olarak gün yüzüne çıkıyor.ve anlaşılıyor. İşte bu gün Suriye’ de, Suriye Demokratik Güçleri ciddi bir seçenek olarak devrede. Kürt hareketi ideolojik ve politik örgütlenme perspektifi ve demokratik ulus formülasyonu olarak, İran, Irak’ta da bir seçenek. Kesinlikle en ideal çözüm modeli, demokratik ulus modeli olarak karşımıza çıkıyor. PKK’nin feshi bu bağlamda ele alınabilir. Yani bu fesih, kaotik Ortadoğu ortamında; kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite perspektifi temelinde, demokratik toplum içerikli bir siyasi program ve onun barış politikasını geliştirmek içindir. Yani silahla değil barışla ve strateji olarak demokratik siyasetle alternatifi ile. Barış zaten demokratik siyasetin gereğidir. Onun taktikleridir ve hukuki reformlarıdır. Bu,hukukla olur ve hukuk bunun olmazsa olmazıdır. Demokratik siyaset, ahlaki temelli siyasettir. Demokratik siyaset eşittir etik politika. Kürt sorununa bu temelde çözümle önderlik etmek için PKK’nin feshi söz konusu oldu. Bunun yerine ikame edikecek olan da demokratik modernitenin sacayaklarıdır. Demokratik modernite, ulus-devlete karşı demokratik ulus modelini geliştirir. Ulus-devletin Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal gerçeklikleriyle çelişki arz etmesi, demokratik ulusun geliştirilmesine zemin sunmaktadır. Demokratik ulus farklılıklara açık, esnek bir toplumsal örgütlenme modelidir. Ulus-devletin, milliyetçi, dinci, pozitivist ve cinsiyetçi zihniyetini rededen demokratik ulus zihniyeti, toplumu tüm farklılıklarıyla birlikte yaşatma modelidir ve bütünlüklüdür. Bu temelde, tekleştirici ve homojenleştirici her türlü ideolojiyi reddetmektedir. Ortadoğu gibi çok kültürlü, çok kimlikli bir coğrafyada başka bir çözüm seçeneği de yoktur ve olamaz
İkinci ayak ise, Endüstrializmin alternatifi olarak, komünalizme dayalı eko-ekonomi, geliştirilmektedir. Bu ekonomi biçimi, toplumsallığının komünal ekonomik geleneğine dayalı Ortadoğu’ya da uygundur. Geliştirilecek komünlerle hem yeraltı ve yerüstü kaynaklar topluma ait kılınacak hem de komünal paylaşıma dayalı üretim gerçekleştirilecektir Böylece endüstriyalizmin toplumda ekolojik alanda yarattığı tahribatları giderebilecektir. Mevcut kent politikaları, kültür politikaları, ekonomi politikalarının hepsi toplumu tanınmaz hale getirip muazzam bir yıkım yaratarak, Ortadoğu’nun tarihsel sosyolojik gerçeğine karşıtlık oluşturuyor. Ona karşı demokratik komünalite ilaç gibidir. Demokratik komünalite Ortadoğu tarihinin en net ifadesi en gerçekçi ve en özgürlükçü perspektifidir. Günümüz kapitalizminin dünya çapında çöküşü ve bunalımı, genelde yaşandığından daha derin haliyle Ortadoğu’da yaşanıyor. Bu derin çöküşe karşı da demokratik modernite temelli çıkış, reel sosyalizmin aşılması olarak da doğru ve olmazsa olmaz bir alternatiftir. Yine demokratik modernitenin sacayakları, reel sosyalizmin aşılmasında ve kapitalist modernitenin yarattığı krizlerden çıkışta çözümün pratik imkânlarını sağlıyor. Yani sadece teorik bir program değil, günlük ekmek-su kadar pratik ihtiyaç halindedir. Bu bir model olarak bölgemizde Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği ve Ortadoğu Demokratik Konfederalizmi şeklinde formüle edilir. Tıpkı Avrupa Birliği veya Rusya’daki Bağımsız Devletler Topluluğu gibi.
e)- Enternasyonalist Hedefler….:
Hem kapitalist hem sosyalist sistemi esas alanlar, ulus-devlet modelinde ortaklaştılar. Lenin bile ulus-devlet modelini aşamadı. Lenin Rusya’da, Mustafa Kemal Türkiye’de aynı tarihlerde, kendi toplumlarını benzer yöntemlerle örgütlemeye çalıştılar. Anglo-Saksonlar’ın daha farklı bir yöntemi vardı. Almanlar faşist yöntemle bir çıkış yarattılar. Fransızlar daha. değişik bir yöntemle bunu başardılar. Bu iki yöntemin de krize girdiğini biliyoruz .Ulus inşasında izlenen liberalizm ve reel sosyalizm yöntemlerinin her ikisi de tıkandı. Ulus-devletler Amerika’dan tut Avrupa’ya kadar çözülmektedir. Yeni Sağın yükselişi bu sistemin çözüldüğünü gösteriyor. Bu tespitler, kapitalizmin bir icadı olan ulus-devletlerin genel durumunu anlatmaya yetiyor.
Ulus-devletlere dayalı Birleşmiş Milletler de iflas etmiştir. Yerine konulması gereken Demokratik Uluslar Birliği olabilir. Sadece ulus-devletleri değil, devlet olmayan ulusları da kapsamına almak zorundadır. Türkiye’de Erdoğan’ın dillendirdiği “dünya beşten büyüktür sözü önemli. Eğer Erdoğan görüşlerinde samimiyse, görüşlerinin somut ifadesi “Ulus-devletler ve Demokratik Uluslar Birliği” olabilir. Birleşmiş Milletler yanlış bir isim değil, ama içinde ulus- devlet var, demokratik uluslar yok. Yani demokratik ulusları da bu birliğe dâhil edecek bir düzenleme gerekir. Beş hegemon gücün sultasından kurtulmanın yolu budur; devlet olmayan ulusları da dâhil ederek, BM daha demokratik bir yapıya kavuşturulabilir. Aslında BM’de gözlemci üye” diye bir konum var, ama yeterli değil. Devlet olmayan ulusların, BM’ye gözlemci değil, asli üye olarak katılması gerekir. Dolayısıyla “Dünya Demokratik Uluslar Birliği” demek, keşmekeşliğin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunabilir.Bir ilke olarak demokratik olmayan, diktatöryal rejimlere de sınırlama getirilebilir. Bunu yapabilirler mi? Çok hayali bir şeye benziyor. Ama anlamlı bir milletler birliği, başka türlü kurulamaz. Ulus devlet ortadan kalkmayacağına göre, onun demokratik bir dönüşüm yaşaması hayati önemdedir.
İşte Demokratik Ulus paradigması, ulus-devletlerin bu demokratik dönüşümüne fırsat sunacaktır. Demokratik Uluslar Birliği de bunun genel ifadesi olacaktır. Eğer dünya beşten büyükse, ancak böyle formüle edilebilir. BM reformu böyle olur. Ama bu da şu anda zor bir ihtimal. Birinci Komünal Enternasyonale dair, Kürtler’in dört komşu ulus-devletle birliğini entegrasyonla ifade ederken; diğer uluslarla olan ilişkilere de Komünal Enternasyonal diyoruz. Bu uluslarla ilişkiler, Komünal Demokratik Ulus adına geliştirilir. Sosyalizme dair geliştirdiğimiz yeni teorik kuramsal açılımların ve tarih-toplum analizlerimizin dünyanın diğer farklı alanlarında yaşanan arayış ve mücadele deneyimleriyle buluşması, yeni sosyalist ideolojinin ve yeni mücadele stratejisinin gelişimine önemli katkılar yapacaktır. Bunun yanı sıra bölgesel ve küresel sosyalist çevreler arasında bu iletişim ve dayanışma, sosyalizmin inşasına da güç verecektir. Bu amaçla uluslararası muhalif ve sosyalist çevrelerin katılımıyla Birinci Komünal Enternasyonal’in toplanması, çok önemli bir ihtiyacı karşılayacaktır.
TEMEL STRATEJİ
Politik program, demokratik toplumdur.
Bunu ayrıntıları ile izah ettik. Her program stratejiye dayanır. Demokratik toplum programının stratejisi demokratik siyasettir. Stratejiyle program arasında sıkı bir bağ vardır. Demokratik siyaset yapıldığında bu, demokratik toplumu doğurur. Demokratik siyaset her türlü komünü bilinçlendirme faaliyetini, örgütleme faaliyetini, eylemsel faaliyeti, (seçimler de dâhil) gerçekleştirir. Stratejimiz silahlı savaş değildir. Mühim olan burasıdır. Çünkü biz PKK’yi feshederken, stratejisiyle birlikte feshettik. Neydi stratejisi? Ulusal kurtuluş savaşıydı. Bu da eşittir silahtı. Strateji ulusal kurtuluş savaşı olunca, araç da da silah olur. Dolayısıyla PKK’nin feshiyle birlikte stratejisi de kendiliğinden tasfiye oldu. Ulusal kurtuluş savaşı yerine hangi stratejiyi koyuyoruz? Demokratik siyaseti. Çünkü artık silah silah değil siyaset digoruz. Nedir bu siyasetin adı? Demokratik siyaset. Bu önemlidir. Ulusal kurtuluş savaşı stratejisi yerine demokratik siyaset stratejisi ikame ediliyor ve bu nettir. Mühim olan bunun içini doldurmaktır. Her alanda komün kurulması ve her türlü propaganda, örgütlenme. Şimdi burada silah yok, siyaset silahı vardır. Clausewitz,askeri savaşa yoğunlaşmış politika der. Biz şimdi uradan uzaklaşıyoruz. Siyasetin iyisi demokratik siyasettir. Toplumun siyasileşmesi komünleşmesi ve bunun için de her türlü bilinçle örgütlenme. Sağlıktan tut spora, ekonomiye, seçimlere kadar tümüne demokratik siyaset diyoruz.Bu bir stratejidir ve son derece de önemlidir. Bunun ikinci büyük alanına gelecek olursak demokratik cumhuriyetle entegrasyondur. Bu birinci madde ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. İikincisi Demokratik Cumhuriyet’le nasıl yaşayacağız. Çünkü nihayetinde demokratik siyaset, demokratik cumhuriyet içinde icra edilecektir. Demokratik siyasetle Türkiye Cumhuriyetini entegre edeceğiz. Bu demokrasinin garantisi olur. Demokratik siyaset, demokratik toplumu şart kılar. Ama demokratik cumhuriyeti de gerektirir. Eğer cumhuriyet demokratikleşmezse entegre de olmaz. Faşist bir cumhuriyetle entegrasyon gerçekleştirilemez. Dolayısıyla demokratik siyasetin karşılığı Demokratik Cumhuriyet’tir. Onunla entegrasyon yapılıyor, bütünleşiliyor. Bu çok önemlidir ve amacımızı karşılıyor.Demokratik siyasetin partisi de olacak. Mesela DEM diyelim, kendini yeniden inşa etmek durumunda. Demokratik siyaseti zaten esas alıyor. PKK’nin aşılmasından sonra, kendini tüm cumhuriyet sınırları içine yayarak tüm toplulukların, tüm kesimlerin partisi olarak bir programa kavuşturacak ve bir de entegrasyon siyaseti yürütecek. En önemlisi budur. Buna demokratik cumhuriyet partisi demek uygun olabilir. Büyük ihtimalle kendi aralarında tartışırlar DEM yerine demokratik cumhuriyet ismine gidebilirler. Bu, son derece isabetli bir isim olabilir. Tabii bunun yeni organizasyonunu, oluşturanlar belirleyecekler. Biz sadece isim öneriyoruz. En önemli görevlerinden birisi demokratik toplumun demokratik siyasetle inşa edilmesi ve cumhuriyetle entegre edilmesidir.Bunu somutlaştırmak DEM’in en önemli gelişmesi ve başarısı olacaktır. Entegrasyonu her alanda savunmamak ve pratikleştirememek başarısızlık olur.
TEMEL TAKTİKLER
Gelecek perspektifine dair teorik, politik ve stratejik değerIendirmeleri ayrıntılı olarak sunduk. Perspektifin taktik temeli ise iki alanda ifadesini bulur. Biri bütünsel hukuk, ikincisi öz savunmadır.
a)-BütünseI hukuk…:
Temel hukuk, eylemsel alanı ifade eder. Stratejinin siyasi gerçekleşmesi hukukla olur. Hukukun temeli haktır ve hak mücadelesi insanlık mücadelesidir. Devlet yetkilileri her gün “Türk Kürt kardeştir, bin yıllık bir kardeşliktir bu” diyorlar. Peki, Türk Kürt kardeşse neden Kürd’ün hukukunu tanımıyorsunuz? Arap’ın, Türk’ün, Acem’in hukuku varsa Kürd’ün de hukuku olacaktır.ıç cephenin güçlendirilmesi demokratik entegrasyon, demokratik toplum,demokratik siyaset alanlarının tümü hukuki temel gerektirir. Hukuk, varlığın somutlaşması yasal güvenceye kavuşarak statüleşmesi için zorunlu koşuldur. Hukuk olmadan varlık somutlaşıp bir statüye kavuşamaz. Hukuki güvence olmadan demokratik mücadeleden bahsedilemez. Çünkü demokratik siyasal mücadeleyi mümkün kılan, ona güvence ve zemin sunan şey hukuktur. Dolayısıyla demokratik siyaset stratejisinin uygulanabilmesi için,temel taktik alan olarak hukuk vazgeçilemez bir karakterdedir.Hiçbir halk statüsüz olmaz. Statüyü, ulus-devlet veya onunla bağlantılı federasyon,özerklik gibi yapılarla sınırlayan anlayışı aştık. Bunların çözüm olmadığı olmayacağı ideolojik-politik bakımdan ortaya kondu.İşte güneyde federe bir yapı var. Bu Kürt varlığı, ulusallığı için bir çözüm getirebildi mi? Bu model çoktan aşılmış milliyetçiliğin ilkel bir versiyonu ve gerçekleşmesidir. Bu rejimin, halkın ulusun çıkarı ve temsiliyeti ile ne alakası var?! Orada halkın demokratik katılımı var mıdır? Bu tür yönetim anlayışları toplumcu demokratik yönetimler değildir. Bizim “judernat” dediğimiz anlayışın temsilidirler. Biz statüyü, demokratik toplum kurumlaşması olarak görüyoruz ki bunun yolu yasal ve anayasal hukuktur. Bu hukuk, Kürt halkının kendi kimlik ve kültürünü yapılandırıp geliştirmesine güvence olacaktır.Klasik ulus devlet rejiminde çözüm arayan formülasyonlar artık çağ dışıdır. Aslolan demokratik toplumun varlık ve kimliğinin güvenceye alınmasıdır. Hukuk, aynı zamanda bir öz savunma alanıdır. Bu nedenle hukuki alt yapı ne kadar güçlü olur, kimlik ve kültürlerin varlığı ne kadar hukuki güvenceye alınırsa, ulus-devletin varlığı ortadan kaldırmaya yönelik politikaları da o kadar sınırlanır. Hukuk,bütünsel hukuktan bahsediyoruz. Kimlik ve kültür haklarını yasal ve anayasal hukuk bünyesinde bütünsel temelde ele alan hukuktur bu. Yasa ve anayasa bağlamında birbirini tamamlayan hukuk da diyebiliriz.
Demek ki hukuk varlıkla ilgilidir. Dolayısıyla yasal, anayasal temel olmadan sosyal varlıktan da siyasal yaşam ve mücadeleden de bahsedilemez. Bu çok hayati bir konudur. Niçin silaha sarıldık? Varlığımızı korumak için. Varlık tehdit altında mı? Evet. Sadece tehdit altında da değil, bir kırımla da karşı karşıyayız.Bu inkârı ortadan kaldırmak, varlığımızı garantiye alma için silaha sarıldık. Eğer varlığımız garantiye alınırsa elbette ki mevcut silahlı düzeni, silahlı cepheleşmeyi sürdürmek anlamsızlaşır. Fakat tekrar söylüyorum, silah keyif olsun diye ele alınmadı Elli bine yakın insanımızı şehit verdik. Onların dökülen kanı asla boşa gitmediği gibi, varlık bu değerler üzerine inşa edilmiştir. Ne kadar zor da olsa, ne kadar istemesek de böyle olmuştur. Dolayısıyla artık bu kanlı çatışmadan uzak duralım, sona erdirelim diyoruz. Kürt savunması nasıl olacak? Bırakılan Ulus-devlettir, öz savunma değildir. Ulus-devlet aslında bir savunma zırhı olarak düşünülmüştü. Bu zırh bizim için uygun olmaz dedik. Bunu amaçlamıyoruz.
Sonuç itibariyle öz savunma hakkı, hukuk veya farklı bir güvenlik sitemi ile güvenceye alınması gereken vazgeçilemez bir gerekliliktir. İşin özü budur.
SÖZÜN ÖZÜ
Buradaki felsefe masasında, komünün ve kadının ekseninde olduğu bir yoğunlaşma süreci yaşandı. Dünyadan izole edilmiş küçük bir adada dünyanın sorunlarına, insanlığın çözüm aradığı birikmiş dertlerine çözüm arandı. Buna, teorisini oluşturduğum komünalitenin ilk gerçekleşme pratiği diyorum. Burası, komünalitenin kök hücresi rolünü oynayabilirse, masanın hakkını vermiş olacaktır.
Felsefi komünümüzün her elemanının sırtına dünyanın yükünü yığmış olabilirim; ancak bugün, bu çağ ve bu coğrafyada yaşadığının bilincinde olan her komün üyesinin bu yükü sırtlamayı bir varlık bilinci olarak edinmiş olduğunu varsayıyorum.Komünalitenin ruhunu yaşamak demek, kendinde geleceği inşa etmek demektir; topraklarına, halkına, tarihine, kültürüne bağlılık demektir.Komünalite etik-estetiği içinde barındırır. Etik, komünalitenin özgür bilinci ve iradesidir. Komünalite,müthiş özgürlük bilinci iradesi edinmek zorundadır. Bu edinilmeden ne komünalist olunur ne demokratik toplum inşa edilebilinir. Bu da yetmez;komünalitenin etik ve özgürlük bilinci ve iradesi demokratik toplum somutunda açığa çıkması gerekir.Demokratik toplum özgür iradeli toplumdur. Etik, estetik komünalitenin yaşam ilkeleridir. En genel anlada estetiğin konusu güzelliktir. Burda komünalitenin estetiği toplumsallığıdır
Yani bu toplumsal forum,en güzel en iyi, en doğru komünal yaşam ve toplum olarak ifadeye kavuşur. Komünün etik ve estetik anlayışı, hem en iyi, en güzel ve en doğru olarak demokratik toplum arayışını hem de onun inşasını belirler. Felsefe masamızda ısrarla bir konunun üzerinde durdum: Komünsüz özgür bir kadının olamayacağı bilinmelidir. Her yere kadın komünleri inşa edilebilir. Yaşamın olmazsa olmaz değeri komündür. Kadın eşittir komünalliktir. Kadın, Tanrıça İnanna’nın elinden alınan değerleri yeniden kazanmak istiyorsa, bunun vazgeçilmez aracı demokratik komündür. Komünal yaşamın özü Zagroslar’da var, o dağlarda insanın büyülenmemesi için hiçbir neden yok. Cilo müthiş, dağların zenginliği müthiş. Bunun etrafında komün örgütlemek bana göre şiir gibi bir yaşamı inşa etmektir. Büyülenmemek mümkün değil. Oradaki kölelikle savaşmamak acı vericidir. Özgürlük arayışçıları o dağlarda yirmi bine yakın şehit verdi. Anılarını sürekli canlı kılmanın yolu, barış içinde en iyi komünü inşa etmekten geçer. Tarihte Zagroslar komünal yaşamın beşiğidir. Bugün de aynı rolü oynamasının önünde hiçbir engel kalmamalıdır.
Sık sık kendime hatırlattığım bir şey var; Kendi köyüme gitsem, bulutlara özgürce bakacağım, çocukluğumda yürüdüğüm bütün yollara, güzel bir özgürlük yürüyüşüyle karşılık vereceğim, bütün o indiğim derelere, kokusunu aldığım topraklara daha özgür bakıp koklayacağım.Ve dünyanın heyecanını vereceğim. Bu kadar mücadele ediyoruz ya Sonunda bir özgürce bakış Özgürce bir ruh, derince bir anlam. Evreni göğü anlıyorum. Bundan daha değerlisi olur mu? Toprağın kokusunu alıyorum, Bundan daha değerlisi olur mu? Ve insanlarla ilişkiler! Bundan daha heyecanlısı olur mu?Ve oyun oynadığım o derelerde, tepelerde yeniden çocuklarla buluşmalar, ne kadar heyecan verici! Ve kadınlarla özgürce buluşmalar! İşte o tarihten beri, tanrıçanın dile getirdiği, Bu mücadelenin karşılığı dünyaya özgürce bakmak…
SONUÇ BİLDİRGESİ
Aralıksız 10 gündür oldukça kapsamlı yaptığımız değerIendirmeler ışığında bazı önemli hakikatlere ulaşılmıştır.
Birincisi, evrendeki değişim ve dönüşüm yasasıdır. “Evrende değişmeyen tek şey değişimdir”denilir. Bu tespit doğru ama yetersiz. Bunu evrende değişmeyen tek şey değişim ve dönüşümdür” biçiminde formüle etmek, daha gerçekçidir ve somut durumu daha iyi ifade ediyor. Değişim var, ama dönüşüm de var. Dönüşüm olmasaydı, evrende bu çeşitlilik ortaya çıkmazdı. Evrensel hakikati ifade etmek açısından, “değişim ve dönüşüm” yasasını tespit etmek gereklidir. Buna, birinci hakikat dememizin hiçbir sakıncası yok. Belki de en doğrusudur.
İkincisi, toplumsal doğanın insana dayalı gelişmesidir. Birinciye “fiziki doğa” dersek, ikincisine toplumsal doğa demek doğrudur. İkinci doğanın farklı karakterde olduğu; Farkındalığın insan türeyişinin toplumsallığı ile ilgili olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. İkinci büyük hakikat, toplumsal doğanın en belirgin vasfının insana dayalı olarak gelişmesidir. İnsanın en temel vasfı nedir? Bilince ve düşünceye toplumsallık özelliğidir. Şüphesiz diğer canlıların da topluluk tarzı bir yaşamı vardır. Hatta bitkilerin bile böyle bir yaşamından söz edilebilir. Bunu atoma kadar götürebiliriz. Buradaki farklılık, bilindiği kadarıyla, insan türünde başta simgesel düşünme olmak üzere, düşünce yeteneğinin gelişmesi ve bu düşünce temelinde insan toplumsallığının oluşması. Evren ve doğadaki toplumsallıklardan farklı bir toplumsallık olarak gerçekleşmesidir.Komün temelli ortaya çıkmayı, düşünsellikle, zihin durumuyla izah etmek mümkündür.Halen “ne”liği tartışılan bu zihin, düşünce durumu, insanı diğer türlerden ayıran ve her türlü insani düşüncenin bambaşkalığını oluşturan bir toplumsallıktır. Bu toplumsallığı başından itibaren klan ve komün olarak değerIendirmek yanlış değil. Bu konuda da oldukça aydınlatıcı tartışma yapıldığı söylenebilir.
Üçüncü Hakikat, tarih sınıfların savaşı değildir ve komünalite ile devletli uygarlığın savaşıdır. Toplumsallığın ilk sorunsallaşması, cinsiyet temelinde olmuştur. Kadın ana toplumsallığı, toplayıcılığın klan toplumunu oluşturma karakterindedir. Erkek cinsiyetinin ayrışarak avcılık temelli bir toplumsallığı geliştirmesi, onu hegemonik bir kimliğe büründürmüştür. Bu kimlik, ana- kadına dayalı toplumsallığını gasp etmiştir, talan etmiştir, köleleştirmiştir. İnsana dair gerek antropolojik, arkeolojik, etimolojik tüm araştırmalar, gerçeklikler ve hakikatler, böyle bir darbenin, dolayısıyla sorunsallığın mevcudiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunsallık, ana kadına dayalı klanı ve komünleşmeyi ikiye yarmıştır. Bunun adı da toplumda ilk sorunsallıktır. Toplumda bu büyük yarılma, ilk sorunsallık, avcı kulübü diyebileceğimiz bir erkek egemen klik, çete veya adına ne dersek diyelim, biz buna daha toplumsal ve bilimsel bir ifade ile “kastik katil” diyoruz. Bu grubun ana kadın etrafında oluşan toplumsallığın karşısında konumlanmasıdır. Ve bugün de çatallaşma derinleşmektedir. Çatallaştırmanın bir tarafında egemenlik kuran, köleleştiren, sömüren bir gerçeklik yer alıyor, diğer tarafta ise, ezilen,baskıya uğrayan, sömürülen soykırıma uğrayan öteki gerçeklik Bu da insanlığı farklı bir evreye taşımaktadır. Buna da üçüncü hakikat diyoruz.
Üçüncü hakikatin temel özelliği nedir? Somutlaştırırsak; bir tarafta kent, sınıf ve devletleşmeye dayalı erkek egemen gücü diğer tarafta cinsiyet olarak kadinlar ve gittikçe kırsallaşan, ezilen, sömürülen, kendini yaşatmak için çöllere ve dağlara sığınan ezilen kesimler. Ve komünün gaspına dayanan ve sürekli onun üzerinde yükselerek devlet aygıtı. Ki devleti tekrar tarif edersek, kendini tanrı kral ilan eden, ideolojisini oluşturan, kentte yoğunlaşan, sınıfsallaşan, efendileşen ve bunu da çeşitli düşüncelerle kamufle eden, kendini ulaşılamazlığa, bilinemezliğe büründüren bir aygıttır. Dolayısı ile halen çözümlenmesi güç olan bir aygıt olarak varlığı devam etmektedir. Diğer tarafta esas komün karakterinde olan, komününü hiç yitirmeyen, ama dağıtılarak parçalanan, çöllerde ve dağlarda güçlükle varlığını koruyan, komün diyebileceğimiz bir toplumsal yapı var. Tarihte bu büyük parçalanma olmuş mudur? Pek çok veri, olduğunu gösteriyor. Hatta günümüzde bile oldukça gelişkin bir biçimde var olduğunu bütün araştırmalar, gözlemler açıkça göstermektedir. Buna da bütünleyici bir isim verirsek, uygarlık diyoruz.Bunun karşısında yer alan toplumsal örgütlenmeye de “komünalite” diyoruz. Doğrusu da budur. Uygarlık ve komünalitenin bir ikilem oluşturduğu ve bu ikilemin sorunun başından beri insanlığı karşı karşıya getirdiği bir hakikattir. Çeşitli tarihçiler buna farklı yorumlar getirmiştir. Bizim de mensubu olduğumuz sosyalist ve reel sosyalist eğilimler ise buna sınıfsal savaşım demiştir. Yani tarihsel materyalizm, sınıfların savaşı gibi bir tarif yapmıştır. Bu tanımın çok yetersiz kaldığı, belki kapitalist moderniteyi izah edebileceği, fakat bütün insanlık tarihini ifade edemeyeceği ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tarih esasta sınıfların savaşı değil, komünalite ile devletli uygarlığının savaşıdır. Tarihi bu biçimiyle bir ikileme tabii kılmak ve bu ikilemin tarih boyunca işlediğini ortaya koymak daha gerçekçi ve yadaha hakikati ifade eder niteliktedir. Bu da üçüncü büyük hakikati ifade ediyor. Bütün tarih biliminden, onun antropolojik, hatta sosyolojik yorumundan yararlanarak bu sonuca ulaştık. Dolayısıyla gerek ütopik sosyalistlerin değerlendirmeleri; gerekse daha da ötesinde M.Ö.800 ile 200 arasında “eksen çağı”nda yaşanan komünalist ideolojilerin yükseliş süreçlerinde bu hakikat net olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalizme karşı da ütopik veya reel sosyalizmin yükselişiyle kendini daha da gün yüzüne çıkaran bu mücadele, komün komünalite güçleri ile uygarlık ve kapitalist modernite güçlerinin savaşı olarak karşımıza çıkıyor. Böylesine çarpıcı bir değerIendirmeyi geliştirdik. Dolayısıyla reel-sosyalizmdeki gerçekçi olmayan ve gerçekçi olmadığı da iç nedenlerle çöküşüyle birlikte ortaya çıkan bu sosyalist anlayışa karşı; daha gerçekçi tarihsel yürüyüşü doğru ifade eden, komünalite ve uygarlık yarılması biçiminde günümüze kadar gelen; günümüzde de adına kapitalist modernite ve demokratik modernite karşılaşması dediğimiz hakikat ortaya çıkıyor. Özellikle reel sosyalizme karşı bizim en önemli eleştirimiz, bu noktada ortaya çıkıyor. Bu da her halde önümüzdeki dönemi belirleyecek bir temel sosyalist ilke olarak kendini ifade edecektir.
Dördüncü büyük hakikatimiz, tarihte Kürt ve yerleştiği toprakları tarif etmek biçiminde olmuştur. Bunun da temel özelliği; Afrika’da vücutlaşan bir türün dünyaya yayılışında ikinci büyük durak olarak karşımıza çıkan Zagros-Toros sisteminin çizdiği kavisin içinde ve dışında, eteklerinde ve ovalarında en az 300 bin yıllık bir tarihi birikimin yepyeni hatta bugünkü moderniteyi de ortaya çıkaran bir ön modern, bir proto modern aşama yarattığına ilişkindir. Milyonlarca yıl Afrika’da iki ayak üzerinde yürünmüş, bazı sesler ve işaretler ortaya çıkmışsada, asla bir kalıcı kültüre ulaşılmamıştır. Afrika’da milyonlarca yıl sürmesine rağmen o sınırlarda kalmış bu insan türü Mezopotamya’ya gelince; anacıl toplumun dil ve kültüründe büyük gelişme yaşanmıştır. Aşağı yukarı 300 bin yılda -bazıları 200 bin, bazıları 100 bin, bazıları elli bin yıl diyor- burada büyük yoğunlaşma meydana gelmiştir. Bu yoğunlaşma kendini günümüze de taşırmıştır. Halen Arabistan yarımadasında ve Afrika’nın kuzeyinde kullanılan Sami dil grubu; Asya’nın kuzeyinden Doğu Avrupa’ya kadar tüm Avrasya’nın bir bölümünde Ural-Altay dil ve kültür grubu gelişmiştir. Ancak bunların ikisi de gerek komünalitede,gerek uygarlaşmada ciddi bir gelişme ortaya koyamamıştır. Tam tersine, ikisinin arasında yükselen büyük uygarlaşmanın ve komünalitenin yaratıcısı olan Aryenler’in ya etkisi altında kalmışlar ya da zaman zaman saldırarak gelişimini engellemeye çalışmışlardır. İnsanlık tarihinin esas gövdesi “verimli hilal” de denilen bölgede gelişmiştir. Verimli hilalde yükselen kültür, halen bütün izleriyle duruyor. En son Karahantepe ve Göbeklitepe’de açığa çıkanlar, bu kültürün, günümüze kadar ulaşan izleridir. Ki Göbeklitepe benzeri 200’e yakın yer olduğu tespit edilmiştir. Bu topraklar ilk kentleşmenin, köyleşmenin, kültürleşmenin yaşandığı yerlerdir. Hem ana kadın eksenli gelişen komünalite, hem onu baskı altına alan erkek egemenlikli kültür, kesinlikle burada zirveyapmıştır. Bu gelişmelerin merkezinde de Proto Kürt dediğimiz gruplar yer almıştır. Bunun tarihi en az 15 bin yıl öncesine götürülebilir. Çünkü etimolojik çalışmalar, bizzat coğrafyadaki nüfusun durumu, hala yaşayan kabile gerçekliği, hatta üretim gerçekliği, dil ve diğer kültürel unsurların mevcudiyeti bunu açıkça ortaya koyuyor. Eğer Kürtler için bir arka tarih aranılacaksa, Sümerler’in başlattığı yazılı tarih dönemine kadar bu gerçekliklerde aranmalıdır. Buna ilk kültürlenme proto-Kürt gibi kavramlarla yaklaşmak mümkün. Ki Sümerlerden günümüze ulaşan yazılı kaynaklarda da proto-Kürt oluşumun izlerini görmek mümkündür. Sadece bir kelimeyi çözmek bile hakikati apaçık ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan birisi Sümerler’in baş tanrıçası Ninhursag dır ve bunun da kökü Kürtçedir. Proto Kürtçesinde kullanılan bir kelimedir. Nin,kelimesi kadın, Kur dağ, Sag parça dır. Yani dağ bölgesinin kadın tanrıçası demek Hurriler bu kültüre dayanıyor, Urartu buna dayanıyor. Sonuçta hepsi bu coğrafyayı ifade ediyor. Demek ki Sümerler’in etimolojik olarak dağ Kürtlerini esas aldıkları, belki de onlar olduğu; basit bir kelimeyi bile çözdüğümüzde bile kendini ele veriyor. Sümer sonrasında Persler de aynı etkileşim içindeler. Persler’in, proto-Kürtle geliştirdiği ilişkiler ve kültürel etkileşimler, dünyanın ilk imparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. Bunun yazılı kaynakları var; Dara (Darius) sütunlarında bu kendini gösteriyor. En son Asur-Med çarpışması yüz yıllarca sürmüştür ve tüm tarihi kaynaklarda ayıntılı olarak yer almıştır. Dolayısıyla böyle bir hakikati kanıtlamak zor değildir. Grekler de, Kurdiyan kelimesini kullanıyorlar. Kurdiyan veya Kurti Kürt kelimesinin kökenidir..Bütün bunlar Grek edebiyatında epey karşımıza çıkar. Zaten Heredot tarihinin dörtte üçü Zagros-Toros sisteminde yaşanan gelişmelerle ile ilgilidir. Proto Kürt derken kastedilenler bunlardır. Orta Çağ’a geldiğimizde zaten İslami çıkışla birlikte Kürtler Ekrad olarak karşımıza çıkar. Orta Çağ’da Arap edebiyatında açıkça ifade edilir. Türkler’in Ortadoğu’ya gelişiyle birlikte de Selçuklular bizzat “Kürdistan” kavramını, bir eyalet, bir ülke kavramı olarak kendileri kullanmıştır. İran dilinden yaralanarak ve biraz da İranlılaşarak veya İran dil ve kültürüne dayanarak Kürdistan eyaletini veya ülkesini bizzat hakikat olarak alırlar. Osmanlı’da bu daha da kapsamlı bir biçimde eyaletler, vilayetler, hükümetler, ocaklar biçiminde ifade edilir. Demek ki bir Kürdistan hakikati var. Oda Kur kelimesinden geliyor. Kur dağ ülkesi demektir. Sonuçta Kürt de ,Dağ halkı gibi bir anlamı içeriyor. O gün bugündür, ovalarda teşekkül eden uygarlıklardan dağlarda sıkışmış olarak varlıklarını korurlar. Ovada yükselen Sümer tanrı kralları daha sonra bizzat tanrının elçisi olduğunu iddia eden Şahlar, Sultanlar ve değişik isimlerle kurulan o erkek egemen güçler tarafından sürekli sıkıştırıldıkları için, dağlarda,küçük komünlerinde, kabilelerde kendini yaşatmaya çalışan tarihi gerçeklikleri var.Bu gerçeklik günümüze kadar varlığını sürdürüyor, buna ilişkin de epeyce kapsamlı değerIendirmeler yaptık. Dördüncü büyük hakikat budur. Bir kez daha ifade etmek gerekirse; insanlık tarihi komünalite ve devletli uygarlık ikilemi ekseninde gelişmiştir. Esas olarak toplum komünaldir. İkinci doğa, ancak komünalite ile tanımlanabilir. Proto-Kürtler de esas olarak komünaliteye, komüne dayalı olarak vücut bulmuşlardır. Kabile, aşiret gerçekliği komünaliteyi ifade ediyor. Kürtler komün, kabile ağırlıklı bir toplumdur. Kentleşen, sınıflaşan ise devletli uygarlıkları ifade ediyor. Bu ikisinin sürekli çekişmesi bir vaka, bir gerçekliktir. Ve Kürt tarihini bu bağlamda değerIendirmenin daha ufuk açıcı, gerçekliği daha iyi ifade edeci olduğunu büyük bir açıklıkla ortaya koyduk. Genel hatlarıyla da olsa ortaya konulan bu tarihsel hakikat günümüz sorunlarına olduğu kadar çözüm olanaklarına da ışık tutmaktadır. Dolayısıyla buna dördüncü büyük hakikat dememiz yerindedir.
Beşinci büyük hakikat; PKK bağlamında ortaya çıkmıştır. PKK bağlamında oldukça karmaşık bir konuyu, çok kısa bir şekilde, hem de çok şiddetli bir isyancılık temelinde ifade etmek oldukça güç olmakla birlikte, beşinci büyük hakikat olarak adlandırmak gerekiyor. Beşinci büyük hakikat PKK gerçekliğidir, ona dayalı hakikatlerdir. PKK’ye gelirken; olmayan ama inşa edilmesi gereken bir Kürt gerçekliğinden, bir Kürt tarihinden bahsetmemiz gerektiğini belirterek, PKK’nin bu temelde vücut bulduğunu vurgulamak gerekir. PKK ortaya çıkarken modern çağın bazı kavramlarıyla; ulus kavramı, sınıf kavramı, ulus-devlet kavramı, sosyalist düzen kavramı gibi kavramlarla kendisini ifade etmeye çalıştı. Yine sömürge?anti sömürge,emperyalizm ezilen ulus gibi kavramlarla yola çıkan bir hareketti ve başlangıçta çok sınırlı bir tarih bilinci vardı. Tarih bilinci bizzat kurucu tarafından sömürge Kürdistan tanımıyla temellendirilmiştir Bu temellendirmede oldukça açılmaya müsait bir hakikat gizlidir. Dönemine göre sömürge kavramı çok açımlayıcı ve geliştirici olmuştur. Kürdistan’ı sahipleniş ülke anlamında oldukça açımlayıcı ve geliştiricidir. Mücadele geliştikçe, özellikle ideolojik mücadele yoğunlaştıkça, karşı karşıya olunan güçlerle hem ideolojik, hem politik, hem askeri savaşım arttıkça, tarih bilinci biraz daha kendini hissetirmeye, kendini açığa vurmaya başlamıştır. Bu bildirgemizde de ifade ettiğimiz gibi, proto-Kürt tarihi, geniş bir coğrafyada hatta genel olarak insanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. Kürt tarihinin ikinci aşaması olarak “örtük tarih”, yani yükselen uygarlık güçlerine karşı özgünlüğünü yitiren ve onların gölgesi altında varlığını sürdüren bir tarihtir. Özellikle Persler’den itibaren, hatta öncesi de olan -ki bunu Sümerlere kadar uzatmak mümkün- örtülü gelişmiş bir tarih vardır. Hangi komşu uygarlığı raştırırsan araştır, içinde örtülü bir Kürt tarihi ortaya çıkıyor. Persler’de bu çok somut; Asurlar’da bu var, Babil’de var, Sümer’de var. Daha sonra bu devam ediyor. Helen çağında Helenistik tarihte resmen bir Kurdiyan tabiri ortaya çıkmış. İlk tarih yazarı, tarihin babası Heredot’ta bolca vardır. Bana göre Heredot tarihi bile temel alınarak, Kürt tarihi hem de bilimsel ölçülerle ortya konulabilir. Ama yine de oldukça örtük bir tarih olacaktır. Orta Çağ’da da Arap tarihiyle bağlantılı, İslam tarihi içinde çok gizlenmiş ama çok yaygın örtülü Kürt tarihi var. Diğer taraftan, 1000’Ierden itibaren İslam tarihiyle birlikte Türk tarihi çinde, zaman zaman başat ama büyük kısmı da örtülü olarak kendini sürdüren bir Kürt tarihi var. Bu da aşağı yukarı 19. yüzyıla kadar gelen bir tarihtir. 19. yüzyıldan itibaren farklı bir tarih ortaya çıkıyor. O da örtük tarihin işbirlikçilerinin, eski statülerini arayan, kapitalist modernite nedeniyle elinden bu imkân çıktığı için buna isyan eden mirlik, şeyhlik ve önderlikli isyanlar dönemidir. Hepsi de felaketle sonuçlanıyor. şte 1806’da Süleymaniye’de başlayan Babanzadeler’in ilk isyan denemeleriyle birlikte giderek bir yokluğa doğru tam inkârla sonuçlanan bir dönemin içine girilir. Örtük Kürt tarihi” gidiyor, imha ve örtük tarih dönemi başlıyor. Doğru mu? Doğru. Çok sayıda 19. yüzyıl isyanı var, 20. yüzyılın başlangıcında isyanlar var. Bir imha süreci yaşanıyor. İkinci dünya savaşından sonra da neredeyse ölüm sessizliğine bürünme dönemi var. Birinci döneme “imha” dersek, ölüm sessizliğinin hâkim olduğu ikinci döneme inkâr dönemi diyebiliriz. Kürt yok Kürdistan yok; tarihe gömülmüştür. İşte tarihe gömüldü tabiri bu dönemde kullanılmıştır. Her yerde, her parçada aynı durum vardır. PKK ortaya çıktığında, böyle katı bir inkâr ortamında iki kelimelik bir sloganla tarih yaratmaya, gerçeklik oluşturmaya kalkışmıştır. Burada bir milli gerçeklik var, burada bir ulus var; şöyle bastırılmış, şöyle ezilmiş denilerek buna sahiplenilmiştir. Sonuçta elli yılı aşan bir mücadele ile bir kanıtlanma var. Nedir bu? Kürtler tarih boyunca vardır ve bir ulustur. Ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz gerçeklik budur. Temel hakları gaspedilmiştir ve dolayısıyla hak talepleri karşılanmalıdır denilerek, karşılanması için silahlı mücadele startejisine sarılınmıştır. Ne kadar ilkel donanımlı olursa olsun bu savaşım verilmiştir ve sonuçta işgal eden, sömürgeleştiren, kırıma uğratan güçlerden daha fazla Kürtler’in kendisine bu bilinç kabul ettirilmiştir. Geliştirilen gönüllü köleliğe ve gönüllü inkâra büyük darbeler vurulmuştur. Bu etkili ve sarsıcı olmuştur. Sonuçta Kürt varlığı dediğimiz gerçeklik kabul görmüştür. Adına ulusal varlık veya Kürt varlığı dediğimiz gerçeklik gün yüzüne çıkmıştır. İşte bu döneme “PKK gerçeklik dönemi” diyebiliriz.İnkâr ve imha dönemi ikiyüz yıllık bir tarihe sahipse; PKK Kürt gerçekliği de elli yıllık bir tarihe sahiptir. Bana göre oldukça ciddiye alınması gereken, önemli bir tarihsel dönemdir. Dolayısıyla Kürt tarihini, böyle dört büyük bölüme ayırmak mümkündür. Kürt varlığının bir realite olarak kabul edilişinde, PKK’nin ideolojik zemini önemli bir rol oynamıştır. Hatta reel- sosyalist gerçekliğin payı inkâr edilemez, çünkü arka cephesinde o dünya var; o dünyadan esinlenmiştir ve Kürt gerçeğini ulusal kurtuluş savaş stratejisiyle realize etmiştir; yani gerçekleştirmiştir. Ama bundan daha öteye gitmek istediğinde, yani bir ulus-devlet olmayadoğru gittiğinde büyük bir çıkmazla karşılaşmıştır. Reel-sosyalist gerçekliğe baktığımızda bu çıkmazın iç nedenleri vardır. Bizzat reel-sosyalizmin çözülüşünde bu nedenler rol oynamıştır. PKK de benzer durumdan kurtulamamıştır. Demokratikleşemiyor ve burjuva ulus anlayışından kurtulamıyor. Bağımsız birleşik bir ulus” diyor ama bunun ne sosyal temeli var, ne tarihsel temeli var, ne konjonktör buna müsade ediyor. Dolayısıyla aşırı bir tekrar, aşırı bir çıkmaz yaşıyor. Bundan çıkılması gerektiği aslında fark ediliyor ama bir türlü çıkılamıyor. Sonuçta bu konferansla birlikte derinliğine yaptığımız bu tartışmalar, bunun feshinin isabetli olacağını açıkça ortaya çıkarmış bulunuyor. PKK’nin kurucu kişiliği bizzat şahsi iyi niyet çağrısı yaparak bunu dünyaya duyurmuştur. Yani Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” tek taraflı iyi niyet ifadesidir. Ve bu PKK dönemini kapatmıştır. Bu çağrı, gerek bir reel-sosyalist programa sahip partiye ve gerekse onun stratejisi olan ulusal kurtuluş savaşına; parti ve savaş olarak son vermeyi uygun görmüştür.Çağrının özü budur. Bu sadece bir ilan değil, uygulanmasının da tarihi önemde olduğu bilinerek, geleceğimize ışık tutan altıncı büyük hakikat olarak ortaya çıkıyor.Demek ki altıncı büyük hakikat, öyle yansıtılmak istendiği gibi dıştan bir baskıyla, devlet baskısıyla veya içten çıkmazı derinleştirmek isteyenlerin etkisiyle değil, bizzat kurucu kişilik şahsında derin bir çözümlemeye tabii tutularak, tarihsel sosyolojiye özellikle ağırlık verilerek, alınması gereken bir tarihsel inisiyatiftir. Bu inisiyatif kullanılmıştır ve geleceğe ilişkin perspektifler çizilmeye başlanmıştır.
Bu anlamda altıncı büyük hakikat, dönem perspektifleri biçiminde ifade ediliyor. Bunu da kapsamlı olarak burada tartıştık. Oldukça çarpıcı sonuçlara ulaştık.Nedir önümüzdeki dönemin temel perspektifleri? Her şeyden önce varlık olma aşaması, tamamlanmıştır. Ama demokratik kuruluş ve kurumlaşmalar çok problemlidir. Dolayısıyla bunların çözümlenmesi gerekmektedir. Kürtler’in ulusal varlığı bir gerçek, ama demokratik kurum ve kurumlaşması çok yetersiz, herhangi bir siyasi, hukuki ifadeye kavuşmamıştır. İyi niyetli çabalarla bir şeyler yapılmak istenmiş, ama kalıcılığı asla garantiye alınamamış; “bugün var, yarın yok” gibi yetersizliklerle karşı karşıya kalınmıştır. Dolayısıyla bu muğlaklığı, hatta bu kaotik durumu ortadan kaldırmanın hayati önemi vardır. Demokratik değişim ve dönüşüm hayati önemde bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Biraz zorlanarak bunu değerIendirdik. Bugüne kadar yaşanan dört aşamalı büyük tarih -eğer anlamlı bir sonuca vardırılmak isteniyorsa- aşılarak, yeni bir tarihsel sürecin başlatılması, geliştirilmesi gerekmektedir. Hepsinin içinden adeta bir çiçeklenme, ürün verme, yaşam kaynağı olma dönemi de diyebileceğimiz bu dönemi, kendi içinden üretmesi ve yeşertmesi gerekiyor. Bunun adı demokratik ulus dönemidir. Bunun başlangıcını yaşıyoruz. Kürtler herhangi bir ulus-devlet olmayacak. Ulussuzluk yaşamayacaklar. Ulus olacaklar ama demokratik ulus olacaklar. Bütün tarihi anlattık. Proto-Kürt tarihi, Komünal Kürt tarihi, örtük de olsa aşiret kabileler tarihi, imha ve inkâr tarihi. Bunların hepsinden sonra PKK tarihi, Kürtlerin demokratik ulus olmalarını zorunlu kılıyor. Bir de reel-sosyalizmin ulus-devletçi zihniyetinin çökmesi, bizzat reel-sosyalizmin bu nedenle çözülüşü konuyu daha da ivedi kılmıştır. Reel-sosyalizmin ancak demokratik ulusla yenilenebileceği, kendi tarihi çıkışını devam etirebileceği açıkça görülmüş ve gösterilmiştir. Bunun da önde gelen bir uygulayıcı halkı, Kürtler olacaktır. Dolayısıyla bunun uluslararası, küresel veya evrensel düzeyde bir etkisi de olacaktır. Hatta bölgede içinden çıkalamaz aşiretçi, mezhepçi çatışmalar, bu ulus anlayışıyla ancak çözüme kavuşabilir. Ulus-devletlerin yarattığı büyük keşmekeşlik son yüz yıldır Ortadoğu’yu çöplüğe çevirmiştir. Bu çöplükten çıkmanın yolu, demokratik ulus enternasyonalizmi olacaktır. Bu enternasyonalizm gelişmeden Ortadoğu halkları ve ulusları çöplük olmaktan kurtulamazlar. Tıpkı yakındaki yüz yıllık tarih ve en can alıcısı da günümüzdeki İsrail-Filistin çatışmasında ortaya çıkan vahim durum gibi. Bundan kaçınmak için tek doğru formül, demokratik ulus bağlamında yeni bir uluslaşma teorisi geliştirmek ve uygulamaktır. Altıncı büyük hakikatin önemli ilkesi budur.Diğer bir ilkeyi de ifade edecek olursak; burada kapitalizmin vereceği fazla bir şey yoktur. Kapitalizm burayı sadece çöplüğe çevirmemiş, imha etmiş ve soykırıma uğratmıştır. Bu durum çok açıktır. Kapitalizmin alternatifi, komünalizm olabilir. Yani çöplük dediğimiz bu ekonomik durum, talan, gasp, yeraltı-yerüstü kaynaklarını silip süpürme olarak kendini gösteriyor. Eğer teknolojiden bahsedilecekse, bunun eko ekonomi dediğimiz bir temelde ele alınması ihtiyacı vardır. Toparlayacak olursak, kapitalizmin ulus-devletine karşı demokratik ulus; kapitalizmin korkunç yok edici gücüne karşı tekrar komünaliteye dönüş -ki burada burjuva ve proleterya ayrımı yok-; endüstryalizme karşı da “eko endüstri” kavramı önem taşıyor. Bu topraklarda tarih boyunca komünal toplumun öncü gücü olarak kadın rolünü oynamıştır.Toplumun kurucu öğesi olan anacıl toplum bu topraklarda neşet etmiş, kendini gerçekleştirmiştirKomünal toplumun öncü gücü olan kadından geriye bir tortu kalmıştır. Adı var kendisi yok bir kadın özgürlük sorunu vardır. İnkâr ve imha süreci kadın sorununu yakıcı olarak bugünlere kadar taşımıştır. İşte PKK, yarattığı mirasla, kadın özgürlük mücadelesiyle kadını öncü güç yapmıştır. Aynı topraklarda varlık bulan PKK, geriye sadece tortusu kalmış anacıl kadın toplumunu dirilterek, kadının özgürlük mücadelesini, hem de çok dikkat çekici biçimde ulusal, bölgesel ve küresel düzeye taşımıştır. Hem PKK’de hem de sonrasında kadın başat bir güç haline getirilerek özgürlük inşasında rol almaya devam edecek öncü bir güç haline gelebilmiştir. Sonucun bir sonucu olarak bir şeyler söylemek gerekiyor. Bu da daha çok bu komşu ulus- devletlerle ilişkiler durumudur. Evet, böyle bir Kürt realitesi ortaya çıktı. Peki, hangi temel perspektiflerle hareket edecek; yani demokratik kuruluş ve kurumlaşmasını sağlayacak? Bunları da özetle ifade etmek gerekirse; demokratik siyaset önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekecek; kendi öz diliyle, kültürüyle eğitimi olacak; temel ihtiyaçlarını giderecek ekonomisi olacak, bizzat bir eko-endüstriyel ekonomik inşa gerekecek; kendi dil ve tarih çalışmaları olacak.Ve bu bir komün toplumuna dayalı olarak gelişecek. Bundan sonraki süreç, demokatik siyasetle komün demokrasisi olacak. Yani kendi kendini yenidenyapılandırırken, bu ana ilkeler etrafında programlayacaktır. Tabii bütün bu süreçler tek başına olmuyor; çünkü aynı topraklarda, hatta Kürtler’in kendiiçinde oldukça çatışmalı bir işbirlikçi kalıntı var. Kürtlüğü şimdiye kadar almış-satmış işbirlikçi güruh var, onu sürdürmek isteyen bir grup var. Bir de burası “benim mülkümdür, malımdır” diyen ulus-devletler var. Bunlarla sorun nasıl halledilecek? Esas sorun dediğimiz ve bizi bundan sonra oldukça uğraştıracak olan budur. PKK döneminde bunlarla ulus-devlet kurma perspektifiyle savaşıldı. Ulus-devlete karşı, ulus-devlet programı olarak Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefiyle savaşıldı. Bunun yanlışlığı kendini ortaya koysa da yine de bu mücadele bir ulusal varlığı da gerçekleştirdi; bu tarihi öneme sahip bir gerçekleşmedir. Ama bu da bitmiyor. Neden? Hâkim ulus-devletler şimdi de diyorlar ki “Evet varsın ama benimsin. Senin benden ayrı bir aidiyetin yok. Senin dilini, tarihini tanımam. Tanısam da şu sınırlarda, bu sınırlarda tanırım. Hatta dil ve kültür özgürlüğünü istersem veririm, istersem vermem. Yapay sınırları istediğim kadar çizerim, geliştiririm, uygularım. Bütün bu söylem ve yaklaşımlar, müthiş bir şovenizm, müthiş bir imha seferberliğini sürdürmek demektir. Dolayısıyla yeni dönemin en temel sorunu bu zihniyetin değişime direnmesidir. Şimdiye kadar geliştirilen iyi niyet çağrıları bir yandan bu duruma da dikkat çekerken; diğer yandan bu sorunlara çözüm alternatifleri sunmaktadır. Evet, silahlı çatışmayı bırakmaya biz varız ve ilan ettik. Bu bağlamda PKK’nin feshinin ilanı şu anlama gelmektedir; Silahlı çatışmayla, ulusal kurtuluş savaşıyla bu çelişkiyi çözmek istemiyoruz. Bunun yapılması bir çıkmazdır, iki tarafa da zarar veriyor. Yani ‘kazan kazan’ değil; ‘kaybet kaybet’ biçiminde bir anlamsız savaş yaşanıyor.Bizim burada gerçekleştirdiğimiz bu.Ve konferansımızda ilan ettiğimiz bu gerçeklik oluyor.Kaybet kaybet”e dayalı savaşı sona erdiriyoruz; tam tersine bunun yerine demokratik toplum perspektifli ve komşu devletlerin dördüyle de “kazan kazan” temelli bir demokratik çözüm politikası ve stratejisini esas alıyoruz. Bu hem çok önemli ve tarihi hem de gerçekten “kazan kazan”ı sağlayacak bir formüldür. Bununla biz başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere İran İslam Cumhuriyeti, Irak Cumhuriyeti ve Suriye Cumhuriyeti ile bir uzlaşmaya gitmek istiyoruz. Buna da demokratik uzlaşma diyoruz. Savaş değil, demokratik uzlaşma. Suriye ile böyle bir adım atılıyor; Irak’la buna benzer adımlar atılmış; büyük ihtimalle İran’la da atılacak. Ama en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti ile bu adımın nasıl atılacağıdır? Bir diyalog durumu var; bu diyalog demokratik bir müzakereye evrilecek mi, evrilmeyecek mi?Önümüzdeki günler bunu gösterecektir. PKK’nin fesih kongresi, müzakereye giden yolda önemli bir adım olmuştur. Ki, bu kongre bizzat bizim çağrımız temelinde gerçekleşmiştir. Fakat bu yetmiyor; ortada silahlı güçler var, on binlerce illegaliteye düşmüş insan var, bir halk kitlesi var dışarıda ve bunlar yasaklılar. Geldiklerinde ağır cezalara çarptırılacak insanlardır. Öyle iddia edildiği gibi “gelsinler, mahkemeye çıksınlar”la bu asla olamaz. Bu dayatılırsa eşittir eski kaybet kaybet stratejisi,yani “savaşa devam stratejisi” uygulanacak demektir. Bu da asla kabul edilecek bir şey değildir.Demokratik çözüm için demokratik müzakere gerekiyor. 27 Şubat’ta yapılan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda bu durum izah edilmiştir. Demokratik müzakere temel yöntemdir cümlesi bir madde halinde o çağrıda yer almıştır ve devletin de onayından geçmiştir. Dolayısıyla devleti demokratik müzakereye davet edeceğiz. Çağrının anlamı budur. Devletin de anlaması gereken husus budur.Son derece provokatif tarzda bazı tartışmalar olsa da bu provokatif söylemlerin “norm-dışı devlet”ten kaynaklandığını umuyoruz. Norm-dışı devletin sınırlandırılması ve sürece olumsuz etki etmesinin önüne geçilmesi tarihi önemdedir. Barışı ve demokratik çözümü yasal ve anayasal güvenceye bağlayacak adımlar, uygun bir süre dâhilinde atılmak durumundadır. Bu konuda elbette Türkiye Büyük Millet Meclis’i görevlidir, üzerine düşeni yapmalıdır. Bir müzakereye ihtiyaç var. O müzakerenin adı “demokratik müzakere”dir. Sonuna kadar gereklerine uyulmalıdır. Dolayısıyla bir demokratik toplum, ona dayalı bir demokratik ulus çözümü önümüzde durmaktadır. Bunun demokratik müzakereyle inşa edilmesi gerekmektedir. Bunun için ağır yetmezlikler içinde olan tarafların kendini gözden geçirip, müzakereye hazır hale getirmeleri önem taşıyor. İçten, dıştan yetersizlikler veya provakasyonlarla bu süreç bitirilmek de istenebilir. Buna karşı kararlı, sabırlı ve giderek örgütlü bir karşı çıkışı, her ana ve her yere egemen kılmak, somutlaştırmak, inşa etmek gerekiyor. Açık ki, yeni dönemin temel perspektifleri bunlardır. Demokratik müzakere ihtiyacı, yedinci hakikat olarak ifade edilebilinir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti bağlamında ifade edersek; cumhuriyetin, demokratik hukuk devleti, sosyal devlet, laik devlet niteliklerinin soyut olmaktan, somut olmaya doğru gelişmesi gerekiyor. Buna Demokratik Cumhuriyet diyoruz. Devletin böyle bir dönüşümle karşımıza çıkması gerekiyor. Bizim de burada Kürtler’i federe, ibölgesel, ve kültürel bir kategori yerine bir “demokratik toplum kategorisi” olarak cumhuriyete entegre etmemiz gerekiyor. Çözümün hedefi budur: Demokratik toplumun, demokratik cumhuriyetle entegre edilmesi. Benim şahsen kurucu vasfa sahip olarak tek taraflı yaptığım iyi niyet çağrısı ve bu konferansla çok kapsamlı yaptığım değerIendirmeler, asgari bunu ifade ediyor. Yani demokratik cumhuriyet ile demokratik toplumun entegrasyonu. Bunun üstünde veya aşağısında her şey uzatır, bozar, işi çığırından çıkarır. Dolayısıyla fazla spekülasyon bile yapmak istemiyorum. Bununla bağlantılı son bir husus, Kürtler’in kendi içinde birlik diye bir sorunu vardır. Evet, çok kötü tarihi bir işbirlikçilik var. İmha ekibi var. Buna “judenrat ekibi” diyoruz. Böyle bir ekip var ve bu ekibin zarar verici pozisyondan çıkarılması gerekiyor. Bu da öyle zorla değil, başta eğitim, ekonomi ve kültürel olmak üzere çeşitli yöntemlerle bu engelin kaldırılması gerekiyor.Bir de çeşitli Kürt milliyetçi gruplar, var. Bunlar için eğer illa bir sınıf adı kullanılacaksa “küçük burjuva kökenli gruplar” denilebilir.Bunlara karşı politikamız demokratik birlik esprisinin içe yönelik kısmıdır. Bunlarla bir birleşme olacak ama nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti’yle demokratik birlik entegrasyonu diyorsak, içte de bunlarla ilişki, demokratik toplum ittifakı temelinde olabilir.Demokratik toplum içinde, demokratik ulus içinde bunlar da yer alabilir; bunlarla da demokratikmüzakere yapılabilinir. Güney Kürdistan’da “Federe” bir oluşum var, bunlarla da demokratik birlik temelli müzakereler önem taşıyor. Karşıtlarımız olsun, dostlarımız olsun -çünkü dost da var karşıt da var- bunlarla yeniden demokratik temelde bir müzakere ve buna dayalı çeşitli birlikler geliştirilmeli. İşte Kürdistan demokratik birliği dediğimiz olay budur. Eğer bütün Kürdistan’ı kapsayan bir birlik olacaksa bunun adı Demokratik Kürdistan Birliği olabilir. Böyle bir adı kullanmak oldukça gerçekçidir. Ve önümüzdeki dönemde büyük ihtimalle bu yönlü müzakereler ve ittifaklar ağır basacaktır. Bununla bağlantılı son bir başlık ise Demokratik Komünler Birliği dir. Bu konferans kaldırmaz. PKK gitmişse onun adına sahte örgütlerin çıkmaması,problem yaratmaması için bu boşluğun doldurulması gerekiyor. Bunun hızla hazırlık sürecini tamamlayıp Hazırlık Komitesi’nin hazırlayacağı programla, bir kongreye gitmek ve yenisini çok bekletmeden ilan etmek gerçekçidir.Bir de legal parti olan ama PKK ile irtibatlı olduğu iddiasıyla kamuoyunda tanınan başta DEM olmak üzere, Irak’ta Demokratik Çözüm Partisi, Suriye’de Demokratik Birlik Partisi, İran’da Özgür Yaşam Partisi vardır. PKK’nin kendini feshetmesiyle birlikte bu partilerin de kendilerini değiştirme ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu yönde talepler de vardır. Buna bulunacak en doğru çözüm, mademki bu dört komşunun Demokratik Cumhuriyet olarak karşımıza çıkmasını istiyoruz, bu demokratik cumhuriyet gerçeğine bir yanıt olarak bu partilerin kendilerini Demokratik Cumhuriyet Partileri” olarak yeniden yapılandırmaları olacaktır. Bunu bir öneri olarak ifade ediyorum. Konferansımızı sonuçlandırırken; çok zengin bir arka planla, birinci ve ikinci doğadan başladık, nerdeyse üçüncü doğayı hedefleyen bir perspektife kadar yol aldık. Birinci doğanıntam ifadesiyle, ikinci doğanın tam ifadesi çakıştığında; bu üçüncü doğa olarak karşımıza çıkar.Yani reel sosyalizmdeki komünizm aşaması. Kapitalizmdeki mutlak liberalizm çağı. Bizde de üçüncü doğa, tam gerçekleşmiş komünalizm çağı olabilir. Böyle bir ifadeye kadar burada ulaşabildik. Dolayısıyla çok zor koşullarda da olsa, devlet de olumlu bir tutum takınmıştır. Bunu da saygıyla karşılayarak,bu toplantımızı sonuçlandırmak hem tarihi öneme sahiptir ve son derece güncel birçok soruna yanıt oluşturabilecek kıvamdadır, zenginliktedir.
Bu temelde bir kez daha başarı dileklerimi belirtiyorum.
ULUS-DEVLET SOSYALİZMİ BAŞARISIZLIĞA,
DEMOKRATİK TOPLUM SOSYALİZMİ BAŞARIYA GÖTÜRÜR!
ULUSAL VARLIK BAŞARILDI,
SIRA DEMOKRATİK KURTULUŞTA
ABDULLAH ÖCALAN
İmralı F Tipi Hapishanesi..



